KAPI ÇALANA AÇILIR / 15. İSTANBUL BİENALİ
- Yağmur Çakan
- 20 Kas 2017
- 4 dakikada okunur
“Açılıyor, hiç denediniz mi?”
Bienalin bitmesine son bir hafta kala çaldım Abdülmecid Efendi Köşkü'nün kapısını. 'Açtılar mı bari?' dediğinizi duyar gibiyim; açtılar tabi, açmaz olurlar mı hiç? Hem de neredeyse en rahat gezdiğim sergi oldu; personelin güler yüzlü ilgisi, fotoğraf çekebilirsiniz flaş bile patlatabilirsiniz demeleri, çocuk ziyaretçilerin-aşırıya kaçmadan tabi- eserlere dokunmasına izin vermeleri sanatı herkese sevdirmek isteyen bir sanatsever olarak benim çok hoşuma gitti.
Bienalin ana sponsoru Koç Holding'ten Ömer Koç'un kendi koleksiyonundan eserlerin sergilendiği bu sergi birçoğumuzun duyduğu üzere maalesef çok tatsız bir olayla gündeme geldi. Son halife Abdülmecid Efendi'nin köşkünde çıplak erkek heykelleri sergiliyorlar diye bir grup dar görüşlü 'yobaz' insan tarafından sergi mekanına baskın yapıldı. Kendilerine Osmanlı torunu diyen bu insanlar Osmanlı'nın gerçek tarihinden ne kadar haberdar oldukları şüphelidir ki, Abdülmecid Efendi zamanın-da yazlık dinlenme yeri olarak kullanılan bu köşk edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeriydi. Bu köşk ve sanat her zaman iç içeydi. Belki bu haberin medyada duyulmasıyla, bu baskını yapan insan-lara ders niteliğinde, sergiye gittiğim gün, hafta içi olmasına rağmen kuyrukta bekleyen neredeyse yüz kişi vardı; ben çıkarken kuyruk hala devam ediyordu. Nerdeyse üç yaşında çocuktan seksen yaşında bastonuyla gelmiş amcaya kadar her yaştan insan vardı. Böyle bir duruma tepkilerini ortaya koymak; sanata ilgisiz kalmamak ve sahip çıkmak inanın gözlerimin yaşarmasına sebep oldu.

Sergiyi çekici kılan faktörlerden biri de tercih edilen mekandı. Normalde ziyaretçilere kapalı olan Abdülmecid Efendi Köşkü'nü bu vesileyle görmüş olmak istedim; bence köşkün kendisi de başlı başına bir sanat eseri çünkü! 19. yüzyılın sonlarına doğru yaptırılan köşkün mimarı tam olarak bilinmese de bazı kaynaklarda mimar Vallaury'nin adı geçmektedir. Osmanlı ve Mısır üslubunun hakim olduğu yapıda incelikli çini ve hat sanatı örnekleri görmek mümkün.Odalarnın ışıklandırması ve sanat eserlerinin köşk içinde konumlandırılışı etkileyiciliği daha da arttırmış. Ben keşke bu kadar kalabalık olmasa da daha sessiz ve daha yalnız gezmiş olmayı istedim bu sergiyi. Belki bir öneri olarak, süreli sergiler için de ideal bir mekan olabilir; bahçesi de çok geniş nitekim burda da yerleştirilmiş sanat eserleri mevcuttu.


Bienalin teması bilindiği üzere 'iyi bir komşu'; günümüzde değişen toplumsal ilişkileri komşuluk boyutunda ele alıyor, kentsel dönüşümün neler getirip neler götürdüğüne, insanın günlük hayatta toplum içindeki sınırlarına-mahrem alan ve kamusal alan- odaklanıyor. 'Kapı Çalana Açılır' sergisini gezerken hissettiğim; hepimiz insan olarak değişimler yaşıyor, değişerek yaşamak kaçınılmaz; toplumsal varlık olarak insan değişime önce 'dışardan' başlıyor. Önce toplum içindeki ilişkilerimiz değişiyor, sorumluluklarımız değişiyor; bu daha sonra içsel bir dönüşümü tetikliyor. Hatta bu dönüşüm, bizi ele geçiren teknoloji ağında o kadar içeri oluyor ki belki genetiğimiz bile değişiyor. Patricia Piccinini tasarımı 'Beklenen' ve 'Şüpheci Tomas' eserleri en çok etkilendiğim çalışmalar oldu. İkisinde de 'dünya dışı' diyebileceğimiz genetiği değiştirilmiş yaratıklar ve onlara sevgiyle yaklaşan çocuklar var. Yetişkin olarak ürküp iğrenebilece-ğimiz bir şeye, toplumsal ön yargılardan habersiz çocukların nasıl da ön yargısız ve şefkatli yaklaştığına tanık oluyoruz.
İnsan değişiyor; çünkü alışkanlıklarımız ve nasıl yaadığımız değişiyor. Günümüzün hız dolu tüketim toplumuna tokat gibi bir cevap Jon Rafman'ın 'Yutan Yutuldu' heykeli: “Bir şeyi çok sevmek, onu tüketmeyi mi gerektirir?”

Tüketmeye yabancı, değişime direnen 'naif' insanların sonu Daphne Wright'in 'Kuğu'su gibi mi olacak peki? Aynı sanatçının 'Aygır' adlı çalışmasında da benzer ikilemleri hissettim. Ölüm ve yaşam, zayıf ve güçlü, güzel ve çirkin... Kapıdan girer girmez karşınıza çıkan 'Kuğu' heykeli konum landırılışı itibariyle de bu ikilemi yaşıyor: gitmek mi kalmak mı?


Eserlerin odalar içindeki yerleşimleri etkileyicilik anlamında çok başarılıydı. Francesco Albano'nun 'Günlerden bir gün' çalışması önünde durduğu çinilerle birlikte çok uyumluydu. Bu eser, Dali'nin 'Eriyen Saatler'ini hatırlattı bana. Köşke adım attığım ilk andan itibaren-belki de tarihe dokunmakla ilgilidir- 'zaman' olgusu peşimi bırakmadı. Nereden baksanız iki yüzyıllık zeminlere basıp çağdaş sanat eserlerinin bunlarla nasıl da bütünleştiğini gördüğümde 'Zaman sadece birazcık zaman' mı 'Zaman, gerçekten var mı?' 'Zamanı hapsedebilir misin?' 'Zaman değiştiği için mi insan da değişir?' soruları yağmur gibi yağmaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını çınlattım: içinde miyiz zamanın yoksa büsbütün dışında mı hocam?

Zamanla birlikte insan da eriyor, yok oluyor. Var oluşumuzu, bu bedende kas ve kemik kütlesinden daha fazlası olduğumuzu; ruhumuzun varlığını tutkularımız mı gerçek kılıyor? Yaşamını Hristiyan-lığın yayılmasına adamış ilk Hristiyan şehitlerinden Aziz Sebastian Rönesans tablolarında vücudu oklar içinde tasvir edilmiştir. Bu mitten etkilenen Francesco Albano'nun Aziz Sebastian heykelinde bedenin sınırlarını sorguluyoruz; bal mumundan yapılmış olması eseri oldukça gerçekçi kılıyor.


Hikayemizin başladığı günden beri- Adem'le Havva'nın cennetten kovuluşu- tüm dünyanın kadın ve erkek arasındaki çatışmalarla döndüğünü hissettirir gibi serginin ikinci katında ana salonun tam ortasında bir kadın ve bir erkek heykeli yer alıyor. Kadının, erkeksi bir vücudu var; yüzündeki kan ve morluklar dikkat çekiyor, az önce şiddetli bir kavgadan çıkmış gibi. Söyleyecek sözü var ama konuşamıyor,dudağı titrer gibi bir hali var. Adamın rengi altın sarısı; saf bir madenden yapıldığını, steril boyutta temizlik hissi uyandırıyor. Adeta Rönesans heykelleri gibi, tüm vücudunu ve kaslarını en iyi şekilde gösterecek duruşta bekliyor. Kadın, adamın gözlerinin içine bakmaya çalışıyor; ama adam uzaklarda, umursamaz davranıyor. Ne kadar da tanıdık bir hikaye, değil mi?
Tarihle ve sanatla kucaklaşıp dinginliğe ulaşarak köşkü terk ederken, İstanbul'un en bi göbeğinde olup da bu kadar sessiz kalabilmeyi başarmış bahçesine adım attığınızda dinginlik hissiniz adeta iki misline çıkıyor. Bahçeye yerleştirilmiş iki eserden; İsmi Bilinmeyen Sanatçı'nın 'Gergedan'ı bir gergedana oranla minnak kalan vücuduna rağmen üzerindeki zırhlarla adeta köşkün koruyuculuğunu üstleniyor. Terk etmeye ramak kala kırık dökük bir “Aşk” yazısıyla göz göze geliyoruz. Gimhongsok'un eseri, Robert Indiana'nın aynı isimli tanınmış heykeline nazire niteliğinde. Indıana-nın heykelinin aksine, bu Aşk'a baktığımızda yanmış ve içi boşalmış bir şeyler görürüz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden bir kupleyle Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını bir kez daha çınlatarak yazımı noktalamak istiyorum:
“Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz...Hiçbir şey olmasa,bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz...”

“Zaman her şeye rağmen geçer. Bazen insanın içinden geçse de.” Zamanı içimizden söküp atamadığımıza göre sanırım yapabileceğimiz tek şey onu güzel kılmak oluyor. Sanat güzeldir, güzelleştirir. Bir sanat eserini illa ki anlamak için çaba göstermeyin; ama sizi etkilemesine ve değiştirmesine izin verin.
08.11.2017
Comments