15. İSTANBUL BİENALİ / İYİ BİR KOMŞU
- Yağmur Çakan
- 23 Kas 2017
- 5 dakikada okunur
Doksanlarda çocuk olmayı yaşamış son nesilden biri olarak; belki de 'komşuluğu' da gerçekten yaşamış son nesilden biriyim. Bunda küçük bir şehirde büyümüş olmam da etkili olabilir; gündüz gün gezmeleri, gece ev ziyaretleri derken hep birilerinin kapısını çalar ve hep birilerine kapımızı açardık. Türkiye hala misafirperverliğiyle anılan bir ülke; yabancılara karşı her zaman daha açığız. Yine de son on yılıma baktığımda- metropol bir şehre taşınmak,üniversite okumak gibi etkenleri de göz önüne aldığımızda- ziyaret için kapısını çaldığım komşularımın sayısının azaldığını üzülerek söylüyorum.
Ve yine üzülerek söylüyorum ki binlerce yıllık dünya tarihinde, İstanbul'un kentsel dönüşüme uğradığı bir zaman dilimine denk geldik! Karşı yakada durum nedir bilmiyorum ama Bostancı'da ikamet eden bir vatandaş olarak mahallemizden inşaat makinelerinin eksilmediğini söylemek istiyorum. Televizyonlarda, sinemalarda, afişlerde sürekli 'daha iyi bir yaşam' vaadiyle üretilen konut projelerinin reklamlarını görüyoruz. Sürekli bir yapım halindeyiz; bu kadar çok evde kim oturuyor, merak ediyorum.
Bu sene bienalde yer alan çalışmalar 'İyi Bir Komşu' temasıyla tam da bu güncel sorunlarımızı odağa alarak seçilmişler. Bir önceki bienalin aksine-teması 'Tuzlu Su' olan bu bienalde çalışmalar tüm şehre yayılmıştı- çalışmalar birbirine yakın mekanlarda sergileniyor. Komşu olmak da bunu gerektirmez mi? Ben İstanbul Modern, Galata Rum Okulu ve Pera Müzesi'ni gezdim. Küratörler Ingar Dragset ve Michael Elmgreen; “Biz işleri karmaşık bulduk ve umarım insanların da kafası karışır.” demiş. Ne yalan söyleyeyim, benim kafamı karıştırmayı başardılar! Mekanlardaki eser yoğunluğu fazla olsa da gezerken yerleşimler bana boğucu gelmedi. M. Elmgreen de “Sergiyi paketlemedik; sanatçıların perspektiflerini göstermesi için alan sağladık.” demiş. Özellikle İstanbul Modern'deki işler geniş bir sergileme alanı bulmuştu.
Küratörlerin çıkış noktası; “Sanatçılar cevap vermez; yeni sorular sorar.” olmuş. Türkiye'yle aynı anda dünyanın birçok ülkesinde başlattıkları 'bilboard projesiyle' farklı dillerde 'iyi bir komşu'nun nasıl olması gerektirğine dair sorular yayınlamışlar. Ev ve mahalle kavramlarının tüm dünyada nasıl bir değişim geçirdiğinin altını çizmek istemişler.
'İyi bir komşu' size benzeyen birisi midir? Peki komşunuz ya 'öteki'yse? Öteki korkunuzla nasıl baş ediyorsunuz?
İSTANBUL MODERN

'Komşu' dediğimiz sadece evleri yakın olan insalar mıdır? Yoksa kamusal alanda ve günlük sosyal hayatımızda mahrem alanımıza yapılan müdahaleler de 'komşu olmak' kavramına dahil midir? Candeğer Furtun'un İsimsiz adlı bu çalışması mahrem alan ve kamusal alan ayrımına değiniyor. Kapalı bir oda gibi sergilenmesi, fayanslarla kaplı duvarlarla çevrili olması adım attığınızda sanki bir hamamdaymış gibi hissetmenize sebep oluyor. Ama o bacakların öyle duruşu çok tanıdık değil mi? Bir kadın olarak özellikle toplu taşıma araçlarında hissettiğimiz eril hakimiyeti bize yeniden hatırlatıyor.

İsmiyle müsemma bir eser; 'Silinen Kalabalık'. Latifa Echakhch duvar üzerine yaptığı freskler yer yer dökülmüş; dökülen parçalar da esere dahil-ki tozlara basmak bile yasak,güvenlikler tarafından uyarıldık, ne kadar da hassaslardı(!). Gözü maskeli, ağzı sarılı bu kalabalık bana yakın geçmişten Gezi Olayları'nı anımsattı. En son o zaman bu kadar güzeldik! Sanatçı da toplumsal örgütlenme ve sokak eylemlerinin gittikçe azaldığını; insanların sanki bu haklarından-isteyerek- feragat ettiklerini vurgulamak için duvardaki fresklerin dökülmesine izin vermiş. Politik ilerlemeye uygulanan devlet şiddeti, bireyin ifade özgürlüklerine kısıtlılıklar getiriyor.

Bienalin bence en hassas çalışması Adel Abdessemed'in 'Feryat' eseriydi. Fildişinden yapılmış bu heykel son derece sıkı korunuyor,içeri tek kişi alınıyordu. Öyle beyaz öyle pürüzsüz ki insanda sarılma isteği uyandırıyor. Hepimizin Vietnam Savaşı diyince aklına düşen ortak karelerden biridir; çırılçıplak koşan ve ağlayan zavallı kız çocuğu... Bu eser o fotoğraftan çok bağımsız olsa da taşıdığı ve hissettirdiği trajedi aynıdır; acılarımızın zaman dışılığını bir kez daha bize hatırlatır.
GALATA RUM OKULU

Sanatçı burda ne anlatmak istemiş? Ben burda ne yapmayı amaçladım? Saklambaç oynadığımız günleri yeniden yaşatan, hayli dolambaçlı ve 'Ya kaybolursam?' hissinin yakamızı bırakmadığı sıradışı bir yerleştirme olmuş Leander Schönweger'in Ailemiz Kaybetti/ Kayboldu eseri. Komşuluk deyip de evin içinde dolaşmamak olmazdı değil mi? Odaları merak etmemek? Sanatçının çıkış noktası biraz bilinç altına dayanıyor; rüyalarımızda tanıdığımız evler bazen bir anda çok yabancı ve karışık gelir ve ne yapacağımızı bilemeyiz ya işte o şaşkınlıktan yola çıkmış. Odaların tamamı bembeyaz;labirent gibi, içerde herhangi bir eşya yok; bu sadelik içinde bile kafamız yeterince karışabiliyor.
'Öteki'yle baş edebilmek sanırım her coğrafyada zor olan bir sınav. 'Öteki'yi tanımlayan biz olmamıza rağmen! Aristoteles “Birbirine benzeyen insanlar bir şehir oluşturamaz.” gibi bir şey söylemiş, tam hatırlayamadım. Farkların için kendimizi bulduğumuzu, böyleyken daha güzel olduğumuzu neden göremiyoruz? Bizim toplumumuzdan en büyük farklılıklar; çok uluslu bir imparatorluğun dağılmasından doğduğumuz için olsa gerek, etnik köken sebebiyle ortaya çıkıyor. Ten rengi yüzünden insanların siyah-beyaz olarak ayrılması bizim coğrafyamıza uzak gibi gözükse de özünde, insanın kendi seçimleri olmayan sebeplerden cezalandırılıp dışlanması ortak derdimiz.

Güney Afrika'lı sanatçı Lungiswa Gqunta'nın 'Çimen' eseri; 'öteki'leri nasıl da diken üstünde bir hayata mahkum ettiğimizin tüyler ürperten bir göstergesi! Apartheid (Afrika dilinde ayrılık demek) Güney Afrika'sında sadece zengin beyazlar bahçeli eve sahip olabilirdi; yabancıların girmesine engel olmak için de çimenlerin arasına ters çevrili kırık cam şişeler yerleştirirlerdi.
Andrea Joyce Heimer'ın resimleri de ırkçılığa sade ve çocuksu bir yerden yaklaşıyor. Bienalde yer alan çizimler 80'li yıllarda ABD'nin Montana eyaletinde büyüyen sanatçının çocukluk anılarına dayanıyor.

“1989 yılında Mr.Macmanus kendisininkiyle Siyah'ın arka bahçesi arasında sınırda yetişen bir gül ağacını kesti.Sonuçta oluşan kavga biz çocukların gerçek hayatta gördüğü en vahşi şeydi. Yıllar sonra anladım ki kavga aslında güller hakkında değildi.”

Bienalin en karmaşık ve ilgi çekici işlerinden birinin Jonah Freeman & Justin Lowe ikilisine ait 'Gölgede Senaryo' olduğunu açıkça söyleyebilirim. Umumi bir tuvalete adım atar gibi plastik bir kapıdan geçip son derece karışık,pis diyebileceğimiz bir kaosa düşüyoruz. Bir oda sadece kablolar ve bilgisayarlardan oluşuyor. Bu kadar karanlık ve tozlu bir yerden bir anda steril derecede temiz, düzenli ve teknolojik bir dünyaya geçiyoruz. İnsan afallıyor, anlamlandıramıyor. 'San San Üçlüsü' videosunu izlerken sorularımız biraz olsa yanıt buluyor. Sanatçıların çıkış noktası Herman Kahn'ın 1967 tarihli 2000 Yılı romanı olmuş. Romanda Kaliforniya kıyılarındaki San Diego ve San Francisco şehirlerinin ilerde birleşmesiyle oluşacak San San isimli bir metropol hayatı anlatılıyor. Kaliforniya'daki farklı gençlik kültürlerinden etkilenen sanatçılar; bu kültürlerin sadece görünen değil yer altı dünyalarında köklenen karşılıklarını da araştırıyor.
PERA MÜZESİ
'Ufacık tefecik içi dolu turşucuk!' demek istiyorum burdaki eserler için! Fiziksel şartlar itibariyle, çok büyük bir binaya sahip olmasa da Pera Müzesi'ni gezerken eserlerin yerleşimi ve yoğunluğu beni sıkmadan doyurdu diyebilirim. Ki rehberli tura denk gelmemek için sergiyi üst kattan gezmeye başladık, ona rağmen iki katta karşılaştık,yine de nefes alacak alan kalıyor.
Ayağınızın altında dolaşan ışıklı harfler; çocukluğumun ışıklı spor ayakkabılarını hatırlattı. Sürekli bir kaçma halindeler, üzerlerine basasınız,onları yakalayasınız geliyor. Gittikçe çoğaldıklarını fark ediyorsunuz, bir noktadan sonra onlara yetişemez oluyorsunuz. Bu durum endişenizi arttırıyor gittikçe kendinizi daha az güvende hissediyorsunuz, etraftaki her şey yabancı geliyor. Endişenizin tavana çıktığı noktada her şey birden son buluyor ve yeniden başlıyor. Tsang Kin-Wah 'Dördüncü Mühür' adını verdiği çalışmasında hissettirmek istediği de tam da bu döngünün sonsuz oluşudur.

Şimdi ismini hatırlayamadığım bir düşünürün “Doğayla savaş halindeyiz ve kazanırsak, kaybedicez.” sözünü hatırladım Alejandro Almanza Pereda'nın 'Boşluk Korkusu' eserlerine bakarken. Horror vacui- resim üzerindeki negatif boşlukları detaylarla doldurmaya dayalı geleneksek yöntemden yola çıkan sanatçı; doğada bulduğumuz her boşluğu betonla doldurmamızla özdeşlik kuruyor. Bu kadar bencil olduğumuz için doğadan nasıl özür dileyeceğiz?

Sanırım sanatın her dalında, alımlayan kişiyi sanat eserine çeken en başat unsur merak. 'Konuşmak' isimli heykelinde Berlinde de Bruyckere bunu gayet iyi kullanıyor. İki insanın o battaniyenin altında ne yaptıklarına dair saatlerce merak edebilir, fanteziler üretebilirim. 'İki insan gerçekten anlamlı bir şekilde birbiriyle konuşabilir mi?' Sözcükler her zaman hissettiklerimizi tam olarak ifade edebilir mi? Ve yahut toplumsal dayatmalarla şekillenen ahlak kuralları gerçek hislerimizi törpüleyebilir mi? Sadece ev diyebileceğimiz mahrem alanımız içinde mi gerçek duygularımızı ifade edebiliriz? Sosyal medyayla artan 'her an gözetleniyormuşuz hissi' kişinin otosansürle kendini sınırlandırma-sına ve gerçek mahrem alanımızın günden güne daralmasına sebep oluyor.
“Sonuçta düşler dünyasında yaşayanın tek amacı vardır; düşlerinde yaşamak ve dış dünyanın onu rahatsız etmemesi. Düşleri onun dünyaya karşı savunmasıdır. Ne var ki yaşamın amacı ve hedefleri düşlerde yaşayanın tam tersidir ve dünyanın dişleri acımasız ve keskindir.”
Sanat eseri bize, düşler satar. Düşler sayesinde yaşam karşısında daha güçlü ve daha anlayışlı oluruz. Bu sene de bienal, düşlerini sattığı bavulunu toplayarak telaşsız adımlarla uzaklaştı limandan. Gökten üç elma düştü ardından; biri size, biri komşunuza, biri de bu hikayenin anlatıcısına...
23.11.2017
Not: Bienal hakkında daha samimi fikirlerimizin yer aldığı, saygı değer ve sanat sever dostum Canan Güçbilmez'le çok eğlendiğimiz videomuz da ektedir.
コメント