top of page

ÖBÜRKÜLER / MAHİR ÜNSAL ERİŞ

  • Yağmur Çakan
  • 13 Oca 2018
  • 3 dakikada okunur

İçinde olmaktan büyük keyif aldığım ve 'Ben burda yaşarım abi!' dediğim şehirlerden biri olmuştu Berlin. Giderken çok karamsardım; Berlin ne alaka ya Barselona'ya gitseydik keşke deyip durmuş-tum. Şimdi siz de bu satırları okurken Berlin ne alaka ya kitap hakkında yazacaktın hani demeyin, sabredin!

Berlin'i sevmemin sebeplerinden biri de birbirinden çok farklı, çok çeşitli acılar biriktirmesi. Acıyı sevmek olur mu dediğinizi duyar gibiyim. Çocukluğuma dair hatırladığım kadarıyla çok şiddetli bir travma yaşamasam da- belki çok mutlu değildi ama normal sınırları içinde normal bir çocukluktu- acı çekeni tanıyor ve anlıyorum. Empati dediğimiz bu olsa gerek!

1989 yılında yıkılan toplamda 46 kilometre uzunluğundaki bu duvardan günümüze sadece yaklaşık bir kilometre uzunluğundan bir parçası kaldı ve 'East Side Gallery' olarak üzerindeki grafitiler sergileniyor. Duvar boyunca takip eden çizgide yürürken şunu fark ettim: bir ayağın doğuda, bir ayağın batıda durabiliyorsun. Tek bir çizgi, senin kim olduğuna karar veriyor: bizden misin öbürkülerden misin?

Şüphesiz İstanbul, Berlin'den daha az acı çekmedi tarih boyunca. Belki delikanlılık çağımızdan kalan faça izi misali kavgalarımız ve ayrılıklarımız bir duvarla bölünmedi; ama İstanbul, doğuştan ayrılıklara yazgılı bir şehirdi. İçinden deniz geçiyor, canı uzak ülkeleri nasıl çekmesin? Deniz ki hep özlemekle ve beklemekle anılmıştır. Beklemenin en güzel tarafı, bir gün kavuşma umudunu hep içinde taşımasıdır.

İstanbul'un suyundan içip ayrılık acısından tatmayan olmuş mudur ki? Masallar boyunca anlatılır; bu topraklardan nice kervanlarının yolunun geçtiği, nice milletlerin imparatorluk kurup dünyaya hükmettiği... Mevzubahis kitabımız 'Öbürküler'de payımıza düşen İstanbul zamanı; Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras topraklarda filizlenen yeni Türkiye Cumhuriyeti'dir. 1960'ların başında köyden kente göç hareketinin o ilk döneminde 'harcanma kasabada, çoluk çocuğun büyük şehirde okusun, adam olsun' diye binbir soru işaretiyle yola dökülen Fahrettin Bey ve Fevziye Hanım'ın; çocukları Suat, Sacide ve Sabire'nin romanıdır bu.

Madalyonun ön yüzü ve arka yüzü diyebileceğimiz aynı olayların farklı bakışla anlatıldığı iki bölümden oluşuyor. Mahir Ünsal Eriş'in okuduğum ilk kitabı; 1980 doğumlu genç bir yazar. Yakın dönem Türk edebiyatında 'sade' anlatımı ve güçlü öyküleriyle dikkat çekti. Ankara'nın havası sindiğinden midir nedir Barış Bıçakçı'ya benzettim/ benzetildiğini duydum. Kitaba 'roman' demek bir şeyleri eksik bırakır fikrimce; 'öykü' demek de öyle, belki 'uzun öykü' demeliyiz.

Kitapta hem kasaba hem şehir hayatı çok güzel tarifleniyor. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlar-dan bahsediyor; manavıyla, kasabıyla,sokakta koşturan çocuğu, yediği içtiği bir giden komşularıyla kalbi atan bir İstanbul. Ne zaman ki ayrılıklar başladı o zaman renklerimiz soldu. En büyük utançlarımızdandır- burda çoğul eki kullanmak gücüme gidiyor- 6-7 Eylül 1955 olayları. Boyalıköşk Sokağı'ndaki 57 numaralı malumunuz evi de Doktor Evangelidis ve ailesi bir gece içinde terk etmek zorunda kalıyorlar.

“Sardunyalar dizilmiş cumbalarını, her daim gıcırdayan merdivenlerini ve poyrazın yağmuruyla akan damlarını arkalarında bırakıp, bir gün her şey düzelir ve geri döneriz diye düşündüklerinden anahtarlarını Müslüman komşularına emanet ederek ayrıldılar mahallerinden. Dönemediler.”

Nice zamandır gerçek sahiplerinin dönmesini bekleyen eve Fahrettin Bey ve ailesi kiracı olarak gelir. Tabii ki bu evin öyküsünden bihaberdirler! Cumhuriyet sonrasında aydın mıyım değil miyim; köylü müyüm kentli miyim sorularından nasibini alan Fahrettin Bey ve ailesi için bu yeni ev ve yeni hayat, cevaplar değil yeni sorular demektir. O sorular ki aslında cevabı öyle basit ve saçma olsun! Bir üçüncü sayfa haberi gibi, traji-komik sonu olsun! “Güleriz ağlanacak halimize” deriz ya, işte son noktamız da bu olsun.

“Bir gün Niğde'ye dönecekler, anlattıklarıyla herkesi hayrete boğacaklardı. Çünkü nereye giderlerse gitsinler ev hep Niğde'deki o eşyası kırk beş dakikada boşalıveren, iki katlı kagir bina demekti.”

Bence insanın hayattaki en büyük şansı, bir gün kendi evini,ruhunun ait olduğu yeri bulmasıdır. Dünya her zaman adil değil ve adalet de her zaman şiddetle çözüm bulmaz. Bazen adalet saçmada gizlidir ve kendine 'kader' adını verir.

12.01.2018

Comments


You Might Also Like:
bottom of page