AMSTERDAM
- Yağmur Çakan
- 3 May 2018
- 9 dakikada okunur
AMSTERDAM GEZİ NOTLARI
Geziyorum, öyleyse varım.
İçinden nehir geçen şehirleri sevin. Türlü türlü köprüleri ve kanallarıyla yani her şeyiyle sudan ibaret şehirleri daha çok sevin. İlk defa 2014 yılında otobüsle Avrupa turuna çıktığımda gelmiştim Amsterdam'a. Şehirde tek bir günüm olduğu için herhangi bir müzeye girememiştim; her turistin ilk yaptığı gibi “I am Amsterdam” yazısının önünde fotoğraf çektirip avare avare sokaklarında kaybolmuştum. O günlerden hatrımda kalan şehrin bana acayip güven ve huzur verdiği olmuştu. Dört yıl sonraki bu ziyaretimde de beni aynı huzurla kucakladı. Bu sefer hakkını verdiğimi düşünüyorum; şehirde dolu dolu dört gün geçirdim; istediğim müzeleri gezdim. Yetti mi derseniz tatil kime yeter ki? Benim ruhum seyyah, hiç doyar mı?

Bu yazımda genel rotamızdan bahsedicem; müzelerle ilgili daha detaylı yazılarım olacak. Cuma akşamı yerel saatle saat yedi gibi şehirdeydik. Amsterdam sanırım Avrupa'nın en pahalı şehri; bu yüzden merkezde ve iyi oteller baya pahalı.Tavsiyem oteli sadece uyumak için kullanacağınızdan merkezi olmasından vazgeçmeyin; fiziki şartlarından ödün verin. Kaldığımız otel Merkez İstasyonu'na ve Dam Meydanı'na beş dakika mesafedeydi; bunun avantajını çok yaşadık. Daha fazla gezebilmek adına yemekleri hep atıştırmakla geçiştirdik. Zaten kızarmış patatesi ve waffleları meşhur-bunları Belçika'dan çalmış olabilirler- bir de chirros denilen bir tatlıları var; bizim tulumba gibi ama o kadar şerbetli değil, üstüne nutella dökülerek yenildiğinde inanılmaz bir şey oluyor.
Belli başlı müzelerine internetten bilet alarak gelmek daha avantajlı; Anne Frank Evi ve Van Gogh Müzesi için biz öyle yaptık. Şehirde bir çok noktada Tours&Tickets ofisleri var; buralardan biletleri daha avantajlı alıyorsunuz. Gitmek istediğiniz birden fazla aktivite varsa onları kombine biletle daha ucuza getirebiliyorsunuz.
VAN GOGH MÜZESİ
İlk günün ilk durağı Van Gogh Müzesi'ydi. Müzeler birbirine yakın olarak konumlanmış. Oldukça kalabalık olmasına rağmen insana nefes aldıran geniş bir müze; katlar kronolojik olarak düzenlen- miş. Yaşadığı dönemde etkilendikleri ve etkiledikleri ressamlara da yer verilmiş. Özellikle Paris'e gittiği yıllarda izlenimcilik akımından esinle renk ve fırça darbelerinde ciddi değişimler olduğunu görüyoruz. İlk önemli tablosu “Patates Yiyenler” i 1885 yılında yaptığında bunu kardeşi Theo'yla Paris'e yolladı;orda çok büyük rakamlara satılacağını hayal etmişti ama sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu. Siyah rengin hakim olduğu bu tabloda halkın fakirliği ve üstlerinin kirli oluşunu belirtmek için hakim renk olarak siyah seçilmiş. Figürler tepeden inen bir ampulle yüzleri karanlıkta kalacak şekilde aydınlanıyordu; Van Gogh'un kendi tarzından çok uzak renklerdi.

1886 yılında Paris'e gitti. Buradaki sanat akımlarından özellikle empresyonizm(izlenimcilik) akımı onda büyük etkiler bıraktı. Müzede Van Gogh'un Paris'te olduğu dönemde eser vermiş diğer sanatçıların çalışmalarını da görüyoruz ve içinde bulunduğu kültür ortamını daha iyi tanıyorz. Paris'te yaptığı eskiz niteliğindeki çalışmalar kendi üslubundan hala uzaktır; bu dönemin en bilinen çalışması kuru kafa resmidir. Ressam Gaugin'le olan dostluğu bu Paris günlerine uzanır. Gaugin, tartıştıkları için kulağını kestiği o ünlü dostudur. Ne yazık ki müzede kulağı kesik oto-portresi ve 'Yıldızlı Geceler' tablosunu göremedik(MoMa'da sergileniyor,burda değil); 'Yatak Odası' çalışması da restorasyondaydı. En bilinen çalışmalarından 'Ayçiçekleri'ni gördük. Yine Paul Gaugin tarafından Ayçiçekleri'ni resmederken yapılmış bir portresi de bu müzede yer alıyor.
1889'da artan buhranları nedeniyle kliniğe yatırılan sanatçıda bu dönem çalışmalarında dini motiflerin ön plana çıktığını görüyoruz. 1890'da yetmiş beş günde seksen beş resim yaptığı aşır üretken bir dönemi olmuş. Ölmeden önce yaptığı son iki tablo 'Tree rots' ve 'Wheatfield with crows' tamamlanamamış halleriyle burda bulunuyor. Özellikle 'Buğday tarlasındaki kargalar' tablosu ölüm kasvetini çağrıştıran renkleriyle adeta sanatçının vedası niteliğini taşıyor.
Tablolarından başka kardeşi Theo'yla olan mektuplarının bir kısmı da burda yer alıyor. Hep para sıkıntısı çekmiş olan Van Gogh'un en büyük destekçisi kardeşi Theo olmuştu. Müzede beni doyurmayan noktalar olsa da dünya tarihinin en büyük ressamlarından birini evinde ziyaret edin diyorum.
*
Amsterdam'ın artık simgesi haline gelen "I am Amsterdam" yazısı Müzeler Adası olarak bilinen meydanda, ulusal müze Rijksmuseum'un hemen arkasında bulunuyor. Aşırı yoğunluktan yazıya yaklaşamadığımız için böyle uzak plan bir çekimle yetindik.
Van Gogh Müzesinin yorgunluğunu ve yoğunluğunu atmak için Vondelpark'ta dinlendik. Güneşi gören Amsterdamlılar soluğu burda almışlar; bizim Caddebostan Sahil gibi bir yerdi. Parkın girişinde elmalı turtaları enfes olan bir kafe var; ismini hatırlayamadım ama bu Hollywood Casıno tarafındaki girişte kalıyor. Parka girerken burdan kahvenizi almayı unutmayın.

Unesco'nun Dünya Mirası Koruma Listesi alınan kanallarını görmek için kanal turuna çıktık. Kuzeyin Venedik'i olarak bilenen bu şehirde kanal turunu muhakkak öneririm. Merkez İstasyonu'ndan başlayan turda Türkçe seçeneği de bulunan rehberler sayesinde şehirdeki önemli yapıları bir arada tanıyoruz. Kanallar benim için her zaman Amsterdam'daki huzurun en büyük sebebi olmuştur; bu yüzden kanal turunu muhakkak yapmanın altını bir kez daha çiziyorum. Şehirdeki bütün evler ortak bir mimarinin parçası ama aynı zamanda da kendine özgün. Evler tahta mendirekler üzerinde inşa edildiği için bazılarının kayan direkler yüzünden 'yamuk' durduğunu fark edeceksiniz. Artan nüfus artışına evler yeterli gelmeyince hükümet bir dönem 'yüzen evleri' kabul etmiş. Kanal üzerindeki birçok teknede bugün hala insalar yaşıyor; yeni yüzen evlereyse izin verilmiyor.
Kanal turunun ertesinde The Amsterdam Dungeons olarak bilinen Amsterdam Zindanları korku evine girdik. Türkiye'deki korku evlerinin daha kaliteli olduğunu söylemek istiyorum. Herhangi bilmece ya da soru çözmüyorsunuz; her gittiğiniz odada birbirinden bağımsız hikayeler var ve korkutmuyorlar. Turlar İngilizce düzenleniyor.
ANNE FRANK EVİ

Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa-var olması için inanmam yeterli aslında- önceki hayatlarım-dan birini II.Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'daki Nazi zulmünden kaçan bir Yahudi olarak geçirdiğimi hissediyorum. O döneme karşı duyduğum bu iç güdüsel yakınlık ya da bir çeşit iç ürpermesini başka türlü açıklayamıyorum. Belki bu bilinçaltı birikmesinin tek sebebi sinemanın büyüsüdür: sekiz yaşındayken izlediğim ve çok etkilendiğim “Hayat Güzeldir” filmidir.
Bugün yine bu biliç altı birikmesinden mütevellit, tüylerimi ürperten bir deneyim yaşadım. Yük-selen Nazi zulmüyle Almanya'dan Hollanda'ya taşınan ve burası da SS Kuvvetleri tarafından ele geçirilince 1942-44 arasında iki yıl boyunca saklanarak yaşamak zorunda kalan Frank ailesinin evini gezdim.
Ev, yayınlanan günlükleriyle dünya çapında üne kavuşan küçük kızları Anne Frank'ın ismiyle anılıyor.Anne Frank'ın bu kadar tanınmasının sebebi tam da günlük hayatın içinden en sıradan şeylerin nasıl bir kabusa dönüştüğünü bize çocuk samimiyetini kaybetmeden anlatması bence.
Anne'in günlük ve samimi üslubuna paralel, müzenin içinde çok fazla-hatta hiç-eşya bulunmuyor. Burası, baba Otto Frank'ın ofisiymiş. Saklandıkları esas kısma bir kitaplığın arkasından geçiliyor- çatı katında kalıyor.
Çatı katının duvar kağıtları olduğu gibi muhafaza edilmiş. Bu sadelik içinde insanı en çok acıtan- her şeye rağmen hayatın devam ettiğini hissettiren- Anne ve ablasının boy uzunluklarının durduğu duvar çizgileri oldu. Saklandıkları iki yıl boyunca Anne tam 13 cm uzamış. Evin içinde birilerinin yaşadığına, dolaştığına dair hiçbir belirti olmamalıydı; bu yüzden tuvaleti gece kullanamıyorlardı. Yiyecek ve içecek desteğini dışardan gelen gizli dostları temin ediyordu.
1944'te yakalandıklarında toplama kampı Bergen-Belsen'e götürülen son trene bindirildiler. Son tren! Birkaç ay sonra bitecek savaştan her şeye rağmen kaçamamışlardı.
Aileden sadece baba Otto Frank hayatta kaldı.Anne Frank,ablası ve annesi toplama kampında hayatını kaybettiler. Saklandığı süre boyunca sürekli yazan Anne'in hayali yazar olmaktı. Ölümünden sonra basılan günlükleriyle bunu başardı. İnsan şimdi uzak ve boş duvarlara bakarken düşünüyor: orda ne kadar yaşamayı hayal etmişlerdi? Bir gün savaşın biteceğine gerçekten inanıyorlar mıydı? Anne Frank; sen çok cesur bir kızsın, senin cümlelerin bugün Ortadoğu'da ve dünyanın başka bir çok şehrinde kuşatma altında büyüyen kız çocukları için her zaman bir umut, bir inanç olarak sonsuzluğa miras kalacak.
RIJKSMUSEUM
Gölgelerin gücü adına: Rembrandt! Hollanda Ulusal Müzesi Rijksmuseum'un en ünlü sakini şüphesiz ki "Night Watch-Gece Bekçisi" tablosu. Önündeki kalabalık sayesinde fark etmeden geçmeniz mümkün değil!

Rembrandt "ışığın-ve dolayısıyla gölgenin-ressamı" olarak anılıyor. Işık kullanımının bu kadar ön plana çıkmasının sebebi belki de bizatihi Hollanda'nın coğrafi konumudur. Burada " güneşin asılı kaldığı saatler" var; gün gitse de parlaklık devam ediyor. Yumuşak bir ışık gökyüzünü yavaş yavaş terk ediyor.
Işıktaki bu yavaşlık doğrudan hayatın içinde de var. Turistik bir başkent olarak Amsterdam'da belli kalabalık noktalar olsa da yalnız ve sakin kalmak için çok uzaklara gitmek gerekmiyor. Kanallar sanki terapatik bir sakinlik yayıyor bütün şehre. Bu dinginlik yeni değil, belli. Vermeer'in gündelik hayatı olanca yavaşlığıyla resmettiği "Süt Döken Kadın" ve "Delft'te bir Sokak" tablolarından tanıdık gelebilir size.

Bu sakinliği bozan en etkileyici tablo şüphesiz ki Jan Asseljin'in "Swan-Kuğu" adlı çalışması. Burda yumurtalarını korumaya çalışan bir anne kuğu nerdeyse üç boyutlu bir etkiyle resmedilmiş; yumurtaların üzerindeki Hollanda yazısı ilerleyen dönemde bu tabloya siyasi bir anlam da yükletmiş.

Yeni başlayanlar için müze planı biraz karışık.Müze giriş katında (12. ve 15.yy) Uluslararası Gotik akımı ve Erken Rönesans dönemi eserleri var. İkinci katta Hollanda Altın Çağı (17. ve 18.yy) eserleri var- cumhuriyetin kuruluşu ve imparatorluğun yükselerek sömürgelere yayılışını görüyoruz. En popüler eserler Rembrandt, Vermeer, Franz Hal, Jan Havicksz Steen, Pieter de Hoch gibi ünlü isimlerin tabloları bu katta ayrı bir alanda duruyor. Mesela Rmebrandt'ın ilk dönem eserleri popüler olanlardan farklı bir yerdeydi; meraklısı arasın bulsun demişler. Portre çalışmalarına kendi tarzını bulana kadar olan denemeleri ışık ve renkler anlamında hayli renkli kalıyor. Rembrandt'ın ilk dönem resimlerinden biri altta yer alıyor; resmin sol arka tarafında yine kendisini sakladığını görüyoruz.

Ikinci katta 19.yy'da Hollanda'da empresyonizm ve romantizm etkilerini görüyoruz. Bu katta Van Gogh'un tabloları da var. Yine müzenin en büyük resmi Waterloo Savaşını anlatan tablo bu katta yer alıyor.

Hakkını vermek için en az 4 saat gezmek gerektiğini belirtmeliyim; ben ilk katta oyalanınca Altın Çağ'ın hakkını veremezsem diye apar topar yukarı çıktım mesela. Hollanda Altın Çağı denilence ilk Rembrandt gelse de akla müzede önemli daha bir çok eser var.

Bu dönemin en belirgin özelliği resimde ileri seviye bir gerçekçiliğe erişmeye duyulan arzuydu. Denizcilik ve dış ticaretle zenginleşen orta sınıfın desteğiyle sanatçılar çok fazla yapıt üretti. Ticaret burjuvazisinin istekleri resim konularını da yönlendiriyordu. Bu dönemde natürmort,portre,manzara ve ev içi hayata ilişkin konular hakimiyet kazanmıştı.
Manzara resimlerinde Hollanda sanatının ayırt edici bir özelliğini daha görürüz: dümdüz ovaların kır panoramalarında betimlenmesidir bu. Yine denizden ıslah edilen topraklar üstüne kurulan ülkede ufuk çizgisi çoğunlukla aşağıda resmedilir.
MOCO MUSEUM
Rijksmuseum'un hemen karşısında geleneksel bir konak içinde yer alan müzede modern sanatın iki önemli ismi Banksy ve Roy Lichtenstein'in sergileri bulunuyor. Binanın mimarı Rijksmuseum ve Merkez İstasyonu binasının da mimarı Pierre Cuypers'in kuzeni Eduard Cuypers; uzun yıllar aile evi olarak kullanılan bina 1939'da müzeye çevrilmiş.


Banksy; İngiltereli grafiti sanatçısı- gerçek kimliğini gizli tutuyor. Savaş karşıtı işleriyle anılan sanatçının en bilinen eseri "Girl with Balloon- Balonlu Kız"; dünya çapında umudun simgesi olarak görülüyor. "Gasmask Boy" çalışmasında çok da uzak olmayan bir gelecekte dışarı çıkıp oynamak için gaz maskesi takmak zorunda kalan bir çocuğu görüyoruz.

Dünyanın en ünlü ve bu yüzden de en çok taklit edilerek yeniden üretilen tablosu şüphesiz ki Mona Lisa'dır. Banksy bu çalışmasında ünlü figürü Andy Warhol'un pop-art ikonuyla birleştirerek yeni bir yorumunu üretiyor. Sanat eserini yer yer 'tahrip ederek' -ve bu yüzden çokça eleştirilere de maruz kalarak- kendi yorumuyla yeniden üretiyor.

"Benim işlerim biçimle ilgili değil görmekle ilgili." diyen pop-art akımının öncü isimlerinden Leichstein'ın işlerinde çizgi roman karakterleri, konuşma balonları ve kaligrafiler özgün bir dil oluşturuyor. Picasso'dan etkilendiğini dile getiren sanatçı "Bence günümüzde herkes Picasso'nun gölgesinde kalıyor." diyerek bu etkilenmenin kaçınılmazlığını vurguluyor.


Sergide bir de üç boyutlu yerleştirme olarak Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" tablosunun yeniden düzenlendiği çalışma yer alıyor. "His work is much better but mine is much bigger" "Onun işi daha iyi, benimki daha büyük" diyen sanatçı odayı Van Gogh için biraz toplamış, hastane dönüşünde ona moral olması için yeni mobilyalar almış. Modern sanat 'yeniden üretim' diye anılsa da ben 'yeni bir üretim' olarak görüyorum ve bakmayı bilenlerin her sanatçının kendi imzasını tanıyacağını düşünüyorum.
HEINEKEN EXPERIENCE
Bir bira fabrikasından daha fazlası
Hollanda'nın dünyaca ünlü birası Heineken'in ilk fabrikası bugün müze olarak hizmet veriyor. Turun başlangıcında fabrikanın tarihçesinden ve biranın nasıl üretildiğinden bahsettiklerini gördüğüm de kahretsin, ne kadar da sıkıcı dedim. Oysa her şey yeni başlıyormuş!
Biraların yapıldığı o büyük kazanların içinden geçip paketleme işlemine geldiğimizde esas eğlenceli kısım başlıyor! Üç boyutlu ve hareketli bu deneyimle adeta çılgın bir partinin ortasına düşüyorsunuz.
Hem tarihi hem de interaktif bir deneyim; bira deyip geçmemek lazım; bir markanın tarihi etrafında bölgeye ve burdan çıkarak tüm dünyaya yarattığı sosyolojik etkileri görüyorsunuz.
Alfred Heineken'ın dediği gibi "There is always something happening around a beer- Biranın etrafında her zaman bir şey olur."
MADAM TUSSAUDS
Amsterdam turizm konusunda akıllı yatırımlara sahip; her yaştan ziyaretçiye hitap etmeyi çok iyi başarıyor! Madame Tussauds Müzesi ailece gezmekten keyif alacağınız bir yer; hayaller satan bir müze. Adele'le düet yapabilir, George Clooney'i öpebilirsiniz. :) Her şehirde farklı bir konsept yaratıyorlar sanırım; Amsterdam'da ressamlar ve Marvel'ın Yenilmezler serisi gibi özel heykeller de vardı. Yine gençlere hitap eden The Amsterdam Dungeons ve Ice-Bar gibi deneyimler sunuyor. Amsterdam Zindanları bizim için biraz hayal kırıklığı olduğunu söylemiştim; korku evi gibi herhangi bir bilmece peşinde koşmuyorsun; her odada farklı bir hikaye sunuyorlar ve olaylar birbirinden bağımsız. Ice-bar; eksi dokuz derecede buzdan bardaklardan biranızı yudumluyorsunuz; içerde çok uzun süre kalmak mümkün değil en fazla yarım saat dayanabiliyorsunuz.
VOLENDAM, MARKEN ADASI VE EDAM
Hollanda'nın bu küçük balıkçı kasabaları bize masallardan aşina olduğumuz manzaralar sunuyor. Güzel balıkları ve özel şuruplu waffleları da cabası! Merkez İstasyonu'ndan kalkan otobüslerle günübirlik geçerli biletle seyahat edebilirsiniz; Amsterdam'a yarım saat- günümüzden bir kaç yüzyıl mesafede!



Yerel halkın turistleri pek sevmediğine dair bir izlenim edindim. İlk gittiğmiz köy Edam oldu; oldukça küçük ve sessiz bir yer; şehir merkezini sorduğumuz bir kaç kişi bize cevap vermedi. Pazartesi gittiğimiz için belki de birçok dükkan kapalıydı. Meşhur peynir pazarını göremedik; açık olan tek bir peynirciyle yetindik.
Volendam, Edam'a göre daha hareketli; sahildeki restaurantlar hem yemek hem kahve için ideal. Kibbling balıklarında tadın; ben çok beğendim. Yine meşhur wafflecı “Woltje's” de waffle yiyin. Hediyelik alışverişinizi de burdan yapın; merkeze göre daha hesaplı olduğunu göreceksiniz. Burdan feribotla Marken Adası'na geçtik. Artık adanın Amsterdam'la kanal bağlantısı var; yani tam anlamıyla ada sayılmaz. Deniz feneri meşhurmuş; lakin limandan yaklaşık 20 dk yürüme mesafesi var, biz gitmedik. Hollanda'nın meşhur tahta çarıklarının üretildiği bir fabrika var burayı gezdik. Bir de II.Dünya Savaşı'nda enkazı yıllar sonra bulunmuş bir uçak pervanesinden oluşan Savaş Anıtı'nı gördük. Yöresel yaşamı, eski evleri ve kıyafetleri anlatan müzeleri var. Yine yöresel kıyafetlerini giyerek fotoğraf çektirebilirsiniz.
Sakin ve sessiz bu köylere bir gününüz ayırmanız yeterli; hiç acele etmeyin, yerel ritme uyun derim.
REMBRANDT EVİ

Tatilimin son gününde, planımda olmasa da oluşan iki saatlik bir boşlukta Rembrandt'ın da misafiri oldum. 1634 yılında evlendiğinde satın aldığı bu büyük evi aynı zamanda atölyesi olarak da kullanmış. Ailesini sık sık model olarak kullanmış. 1642'de eşi ölünce hizmetçisiyle evlenmiş ve ondan da bir kızı olmuş.
Rembrandt sadece ressamlık değil aynı zamadan sanat eseri ticareti de yapıyormuş. Evin duvarla-rında sadece kendi resimleri değil sattığı diğer eserler de bulunuyor. İşleri gittikçe kötüleşen Rembrandt 1656'da iflas ettiğini açıklıyor. Hollanda tarihinin en büyük ressamı bugün kimsesizler mezarlığında yatıyor.

Rembrandt'ı 'büyük' yapan sadece ışık kullanımındaki farklılıkları değildi. O, çağının çok ötesinde bir anlayışla-19.yy portre geleneğinin bir parçası- insanları yüz ifadeleriyle birlikte resmetti. Yine, en üst katta bulunan eskizlerine baktığınızda sokaktaki günlük hayatın içindeki figürleri ne kadar da küçük de olsalar birbirlerinden farklı yüz ifadelerine sahip.

Rembrandt'a dair yeni öğrendiğim başka bir özelliği de koleksiyonerliği oldu. Afrika yerlilerinin mızrakları, Roma İmparatorları'nın büstleri, kelebekler,deniz kabukları, miğferler, şamdanlar... Deniz kabuklarının detaylı ve yakın plan çizimlerine eskizlerinde de rastlıyoruz.
Benim gibi sanat aşığı bir insansanız, şehirdeki alışveriş zamanınızdan çalıp bu müzeyi gezebilir-siniz. İlgisi olmayan insanların sıkılabileceğini; ilgilenenlerin hayranlıkla gezeceğini düşündüğüm bir yer diyebilirim.

NİSAN 2018
YAĞMUR ÇAKAN
Comments