SARAYBOSNA : KAN VE GÜL
- Yağmur Çakan
- 3 May 2018
- 6 dakikada okunur
SARAJEVO GÜNLÜKLERİ
“Kan ve gül... Gül ve diken...”

1992-95 savaşından sonra hala emekleyen bir ülke olduğunu bildiğim için çok büyük beklentilerle gelmedim Bosna'ya; belki de tam da bu sebepten beni çok tatmin etti. Havaalanından doğruca Başçarşı'ya indik; burası Sarajevo'nun kalbi, kalbin en can alıcı yeri de şüphesiz Sebil'i. Bizim Taksim Meydanı'nın oldukça mütevazı bir halini andırıyor. Sarajevo sokaklarında mimarisindeki dört farklı dönem açıkça göze çarpıyor: Fatih'in fethiyle başlayan ve dört yüzyıl boyunca şehre nüfus eden Osmanlı İmparatorluğu;19. yüzyıldan itibaren Osmanlı'nın toprak kayıplarıyla artan batılılaşmanın başlangıcı Avusturya-Macaristan hakimiyeti; sosyalist rejime sahip Yugoslavya döneminden kalan toplu konut esintileri ve nihayet 21.yüzyıldan nasiplenen(!) Plazalar hakimiyeti!

Yüzyılların getirdiği birikimle, Sarajevo'nun bir yüzü doğuya bir yüzü batıya dönük: kültürlerin ve dinlerin bu ortak mirasına sahip çıkıp "Avrupa'nın Kudüs'ü" olmak yolunda ilerliyor. Şehrin temel geçim kaynağı turizm ve madencilik; elli metre arayla sinagog katedral ve camilere aynı sokakta ev sahipliği yapıyor.

Milyatska nehri üzerinde sıralı bir çok köprüden şüphesiz en ünlüsü 1. Dünya Savaşı'nı başlatan suikastın yaşandığı yer olan Latin Köprüsü'dür. Osmanlı İmparatorluğu 1877-78 Rus Savaşı'nı kaybettikten sonra -93 Harbi- bölgenin hakimiyeti Avusturya Macaristan imparatorluğuna geçer. 1914 senesinde Arşidük Franz Ferdinand'ın Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi Birinci Dünya Savaşını başlatır. Hegel "Aşina olan bilinmez." diyerek gündelik hayatta ıskaladığımız ne çok şeye dokunuyor! Bugün insanların olanca sıradanlığıyla üstlerinde yürüdükleri bu köprü, yüzyıl önce dünya haritasını değiştirmişti!

1. Dünya Savaşının ardından Yugoslavya Krallığının 2.Dünya Savaşının ardından da Sosyalist Federatif Yugoslavya Cumhuriyeti'nin hakimiyetine geçen şehirde, 1946-80 yılları arasında Mareşal Tito döneminde halkların eşitliği ve dini hoşgörü devam etti. 2.Dünya Savaşında ölen askerlerin ve sivillerin anısına dikilen Sonsuz Ateş anıtı sanki bu topraklarda barışın ateşe benzediğini -baksan orda, ama dokunsan yanarsın- anlatmaya çalışıyordu. Tito'nun ölümünün ardında 1980-90 yılları arasında Sırp milliyetçiliği yapan devlet adamlarının yönetimde güçlenmesiyle, şehirdeki hoşgörü ortamı yerini tırmanan bir gerilime bıraktı. 1991'de Slovenya ve Hırvatistan 1992'de Makedonya'nın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Bosna Hersek'te referandum düzenlendi. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hırvatlar ve Boşnaklar bağımsızlık isterken Büyük Sırbistan idealine ters düşen bu fikre Sırplar karşı çıktı. Devlet başkanı Aliye İzzetbegoviç referandum kararına uydu ve bağımsızlık ilan etti. Karara karşı olan Sırplar savaş başlattı. Dağılan Yugoslav ordusunun başında Sırplar vardı; ordunun silahları Sırp milislere verildi. Boşnaklara silah ambargosu uygulandı. Saraybosna 3.5 sene boyunca kuşatma altında kaldı. Bu süre içinde hem keskin nişancılar hem de şehre düşen havan topu mermileri sivil halk için yaşamı zorlaştırdı desem kelime eğreti kalacak, yaşamı yaşanmaz kıldı.

Şehrin içinde havan toplarının düştüğü yerler Saraybosna'nın Gülleri olarak anılıyor, temsili kan izleri var. Yürürken fark etmemiş üstüne basmıştım, rehberin bunu anlatması üzerine ayağıma gerçek kan bulaşmış gibi irkildim. Savaş hala bu kadar sıcak bu şehirde. Cemal Süreya'nın "Kan var bütün kelimelerin altında" dizesini aynalar gibi, kan var bütün toprakların altında...
Mermi saldırısında ölenlerin isimleri hemen yakında bulunuyor; bu isimlerin önünde barışın simgesi güvercinler ekmek peşinde koşuyor.


Milyatska kenarında en dikkat çeken yapı şüphesiz Ulusal Kütüphane. Tito, komünist bir rejim yerine güleryüzlü bir sosyalizmi tercih eden kelimenin tam anlamıyla karizmatik bir lider. Tito başkanlığında kültür başkenti olmak yolunda ilerleyen Saraybosna'da 56 tane tiyatro açılmış. 1893 yılında inşa edilen bu bina 1949'da kütüphaneye çevrilmiş. Avusturya Macaristan mimarisinin tipik özelliklerine sahip olmakla birlikte El-hamra sarayından esintiler de taşıyor. Sırp kuşatması altındaki kentte 25 Ağustos 1992 tarihinde kütüphane de bombalandı. Aralarında nadir eserlerin de bulunduğu 2 milyon kitap kül oldu. Unutmamak için mermer harflerle kazımışlar bu utancı! Kitaptan korkan zihniyet ne korkunçtur ki insanı sadece insan olduğu için sevemiyor! Etnik ve dini sebeplerle birbirimize görünmez sınırlar örüyor!
BLAGAJ TEKKESİ

Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolikken Boşnaklar nasıl Müslüman oldu?
Bosna'ya yerleşen ilk halk bugün Arnavutların da ataları kabul edilen İrilyalı'lardır. MS 7.yyda bölgeye Slav akınları başlamıştır. MS 9.yyda Doğu Roma İmparatorluğunun baskısından kaçan Bulgar rahipler dağlık bölge olduğu için Bosna'ya sığındılar. Sahip oldukları mezhep belli yönleriyle Hıristiyanlıktan ayrılıyordu-şarap içmek yasaktı.
Osmanlı'nın bölgeyi ele geçirmesiyle 15.yy dan itibaren Bektaşi dedeleri- akın için gelen Yeniçeriler de Bektaşi tarikatına mensuptur- bölgeyi İslamlaştırmak için çalışmalara başladı. Yüzyıllar geçse de bazı şeyler hep aynı: tıpkı Bulgar rahipler gibi Bektaşiler de gizli yerleri tercih etmek mecburiyetindeydi.
Osmanlı'nın hoşgörülü din politikası ve Bektaşi dervişlerinin etkisiyle Müslümanlık Boşnaklar arasında hızla yayıldı.
Neretva nehrinin önemli kollarından biri olan Buna nehrinin doğduğu yere kurulu bu tekke şimdilerde Nakşibendî tarikatına ait.

Itiraf etmeliyim ki bugünkü diğer iki durak Poçitel ve Mostar arasında bence en huzurlu nokta burasıydı. Dik yamaçlar arasında nehrin sakinleştiren su sesi; beni burda bırakın siz devam edin dedirtiyor insana! Nehir kıyısına kurulu birçok restaurant var, biz alabalık yedik, tavsiye edilir!
MOSTAR

Balkanlar için "bal gibi tatlı, kan gibi acı" derlermiş, ben bugün ilk defa duydum. Hak vermemek elde değil! Belki hikayemin bir parçası olduğu için belki de gerçekten öyledir, bu toprakların hikayeleri-acıları- beni fazlasıyla etkiliyor. Mostarda indiğimizde bizi yaz yağmuru karşıladı; şemsiyeyle öz çekim yapan azimli turist olmayı da deneyimledim! Ülkenin Hersek tarafının en büyük şehri Mostar. Hırvatistan sınırına yakın olması sebebiyle Osmanlı zamanında Avrupaya güçlü görünmek için gösterişli bir şehir olmuş. Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1557 başlanıp 1566'da tamamlanan köprü bugün Unesco Dünya Miras listesinde. 1992-95 kuşatmasında Bosna'da Sırplarla savaşan Boşnaklar Mostar'da da Hırvatlarla savaşıyor. 93 senesinde Hırvat topçu ateşiyle köprü tamamen yıkılmıştı. Restorasyonuna en büyük desteği veren ülke Türkiye oldu. Köprüyü yıkan top ateşinin yapıldığı tepede şimdi 33 metrelik bir haç duruyor- şehre en hakim noktada, burdaki Müslümanlara adeta psikolojik baskı yapıyor. Şimdi eski şehirde Boşnaklar, yeni şehir tarafında Hırvatlar yaşıyor. Mostarda turizmi canlandırmak için 107 metrelik çan kulesi ve seyir terası inşa edilmiş. Köprünün görkeminin yanında sönük kaldığını ve terasa çıktığımız halde köprüyü görememenin hayal kırıklığını da eklemek istiyorum.
SAVAŞ TÜNELİ (UMUT TÜNELİ)

Üç yıl süren kuşatmada, Saraybosnalılar'ı hayata bağlayan 800 metrelik Umut Tüneli'nden günümüzde sadece 20 metresi kalmış durumda. Havaalanına yakın bir mevkide bulunan bu tünel aslında Şida Nine'nin evi; savaş sırasında evlerini orduya bağışlamışlar. Bir metre genişliğindeki bu tünelden kuşatma zamanında günde yaklaşık 4 bin insan, silah,yemek ve küçükbaş hayvanlar taşınırmış. Evin dış cephesi- Bosna'daki bir çok ev gibi- mermi izlerinden delik deşik ve insanlar savaşı unutmamak için bu izleri kapatmıyor.
Tünele girmeden önce Saraybosna'daki kuşatma hakkında yarım saatlik bir belgesel izliyorsunuz. 1984 yılında olimpiyatlara ev sahipliği yaptığında bütün dünyanın gözü üzerindeyken 1992 yılında başlayan çatışmalara Avrupa'nın ve dahi dünyanın nasıl sessiz kaldığını görüyoruz. Evin içinde Birleşmiş Milletler'den gönderilen yardım malzemeleri-ki bir çoğunun tarihinin geçmiş olduğunu görüyoruz- ve tünelde taşınan eşyalar sergileniyor. Bu küçük müzeyi gezdikten sonra içerden tünelin bugün açık kalan son yirmi metresine iniyoruz.
Benim yaşamaktan çok zevk aldığım ve adına 'tarihe dokunmak' dediğim bir deneyim türü var; bu tüneldeki duvarlara dokunduğumda sanki aşırı güçlü bir empati bağıyla o günlere gidiyorum ve insanların çığlıklarını, insanların göz yaşlarını, insanların nasıl çaresiz kılındığını tüm kalbimle hissediyorum. Bu tüneli geçerken bunları sonuna kadar hissettim.

TRAVNİK
“Vezirler Şehri” olarak bilinen Travnik isminden de anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti'ne bir çok vezir yetiştirmekle meşhur olmuş. En güzel yeri şüphesiz ki kalesi! Kale manzarası mükemmeldi. Bir de Drina Köprüsü kitabının yazarı İvo Andriç'in müze haline gelmiş bir evi bulunuyor burda; gelmişken gezmenizde fayda var. Travnik çok küçük bir şehir; biz ekstra programa dahil olduğu için gittik. Sadece Saraybosna için geldiyseniz yolunuzu uzatmayın derim ama yeterli vaktiniz varsa da muhakkak uğrayın.
SREBRENICA MÜZESİ
Şehirdeki son günümü bedestenlerde alışveriş yaparak geçirmeyi planlarken şehrin merkezindeki büyük Katolik kilisesinin (Sacred Heart Cathedral) hemen yanındaki sokaktan girilen Srebrenica Müzesi dikkatimi çekti. Özel müze olduğu için sabah 10dan gece 22ye kadar açık; haberiniz olsun. Türkçe sesli rehber özelliği de var ve muhakkak rehberle gezin. İyi ki alışverişten vazgeçip bu müzeyi fark etmişim dedim, giderseniz muhakak ziyaret edin.
Duvarları gri renkle boyalı ve tek katlı bu müzede girdiğiniz ilk odada- ki arkanızdan kapattıkları kapı sesiyle daha da artan bir anksiyeteyle- bir sürü insan fotoğrafı görüyorsunuz. Yüzünüze bakan onlarca vesikalık... Hesap sorarmış gibi bakıyorlar; kendinizi sorumlu hissettiriyorlar. Bu yüzler 1995 yılında 11-22 Temmuz tarihleri arasında Srebrenica kasabasında-ki BM tarafından güvenli bölge ilan edilmişti- Sırplar tarafından gerçekleşti-rilen katliamda ölen 8bin373 Müslüman'a ait. Avrupa parlamentosu ve ABD bu olayı 'soykırım' olarak tanıdı.
Serginin ilerleyen kısımlarında Srebrenica sonrasındaki hayata tanık oluyoruz. İlk defa 16 Kasım 2001 tarihinde açılan toplu mezarlardan DNA ile ceset teşhisi başlamış. Aile üyelerinden tek tek kan alınıyor. Cesetlerin bütünlüğü yok, bazı aileler tek bir kemik bulunca bile gömmeyi kabul ediyor. Özellikle anne babalar çocuklarının cesetlerinin tamamını bulmaya ömürlerinin yetmeyeceğini düşünüyor.Potocari'deki toplu mezarlara her yıl 11 Temmuz'da kimlikleri yeni saptanan kurbanlar defnedilmeye devam ediyor.

Dünyanın Srebrenica'ya sessiz kalışı ironi dolu posterlerle anlatılıyor. Anne Frank evinin önünde bir Srebrenica annesinin fotoğrafını görüyoruz. Bu galerinin amacının dünyadaki tüm şiddet olaylarına ses çıkarmak, farkında olmak olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Son bölümde, Srebrenica kurbanlarının yakınlarıyla yapılan röportajları izliyoruz.Beni çok etkileyen bir tanesini hatırladığım kadarıyla buraya bırakıyorum:
“Kocamı götürürlerken çığlık atmamanın pişmanlığını yaşıyorum. Belki öyle olsaydı şimdi yaşamak daha kolay olurdu.Sadece ağladım, sessizce ağladım. Elini sol omzuma koydu, kulağıma fısıldadı: 'Her şey düzelecek.' Eli titriyordu, içi titriyordu. Hala bir omzuma dokunsa içim titrer.”
Daha önce de söylediğim gibi Saraybosna savaşın izlerini kapatmıyor, onlarla yaşıyor. Gri ve soğuk bu müzeden güneşli ve kalabalık caddeye adım attığınızda allak bullak oluşunuz iki katına çıkıyor.
*
Saraybosna beni çok mutlu eden bir şehir oldu; mütevazi bir Avrupa kenti, Türkiye'den tanıdık izler çok fazla; özellikle yemek ve kahve kültürümüz çok ortak! Başçarşı'da uzun turlar atıp yorulduğunuzda Morica Han'ın serinliğinde özel sunumlu kahvenizi yudumlayıp meşhur elmalı tatlılarından tadabilirsiniz. En meşhur yemekleri cevabi dedilen köfteleri; biz kurban bayramı tatilinde gittiğimiz için güzel restaurantların bir çoğu kapalıydı; ilk gün Boşnak mantısı yedik. Cevabi bizim köfteye göre biraz yağlı; doymam deyip bir buçuk söylemeyin, doyuruyor. Benim huzur bulduğum ve yine yine gitmek istediğim bir şehir oldu Saraybosna; seyyah arkadaşlara kesin tavsiyemdir!
EYLÜL 2017
YAĞMUR ÇAKAN
Comments