AHLAT AĞACI
- Yağmur Çakan
- 9 Haz 2018
- 2 dakikada okunur
AHLAT AĞACI
NURİ BİLGE CEYLAN
Karl Marx tarihsel materyalizm teorisinde toplumsal ilişkileri belirleyen sınıf yapısını iki ana başlığa indirir: işçiler, çiftçiler gibi üretim faaliyetlerini gerçekleştiren alt sınıf ve tüccarlar, askerler, din adamları gibi toplumun siyasi ve düşünsel yapısını şekillendiren üst sınıf. Marx; sanatsal faaliyetleri üst yapıya ait görür. Uzun lafın kısası demem o ki; karnınız açsa, sanat sizi doyurmaz! Bu havalı girişi şöyle söndüreyim: sekiz saatlik mesai ardından 18.30 seansına girdiğim ve yemek yiyecek fırsatım olmadığı için aç karnına izlediğim Ahlat Ağacı'ndan istediğim keyfi alamadım. Evet, fiziksel koşulların elverişli olmayışını ben kendim hazırladım; ama Marx'ın ne demek istediğini de anladım.
1990'larda ivme kaybeden Türkiye sinemasının 2000'lerde başına gelen en güzel şey belki de Nuri Bilge Ceylan'dı. Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu'da ve Kış Uykusu ile auteur (hem yazan hem yöneten) kişiliğini dünya çapında kanıtlayan milli gururumuz kendi özgün dilini de oturtmuştu. Bana göre NBC sineması 'fotoğraf gibi film' demekti. Hitchcock'un da dediği gibi “Bir film, sesini kıstığınız zaman hala kendini izletiyorsa, iyi filmdir.” Belki biraz da bu pozitif ön yargıyla sessiz ve sakin manzaralar izleyeceğim algısıyla gittiğim filmde diyalogların çokluğu beni hem şaşırttı hem de yordu.
Bu topraklara çok ait bir hikaye; öğretmen bir babanın öğretmen olmuş oğlu Sinan, mezuniyet sonrası memleketine döner. Yaşadığı bu kasabayı hiçbir zaman sahiplenemeyen Sinan yazarak uzaklaşmak niyetindedir: buralarda kalmayacak, kabuğunu kırıp büyük şehirlere uçacaktır. Tabi bunun için ilk şart, kitabını bastırabilmesidir. Kitabının basımı için iki bin lira arayışını anlatan filmin merkezinde haliyle Sinan yani Doğu Demirkol var. Nuri Bilge Ceylan'ın bir dram filminin başrolünü iki komedi oyuncusuna vermesi- Doğu Demirkol ve Murat Cemcir- kulislerde hayli konuşulmuştu. Doğu Demirkol'un oyunculuğunu beğensem de Murat Cemcir'in ses tonunda hep bir Kadir İnanır öykünmesi hissettim nedense. Keza Çanakkale'nin Çan ilçesinde geçen filmde, belki Trakyalı olduğumdan dolayıdır, yerel tiplemeleri- örneğin Murat Cemcir'in babasını- fazla 'oyuncu' buldum. Kelimeler, karakterin ağzına oturmuyordu sanki.
Filmin anlatı biçiminde en beğendiğim nokta teknik anlamda değilse de hikaye anlamında kesintisiz planlardan oluşmasıydı. Yani Sinan'ın hayatına dokunan önemli karakterler- lisedeyken hoşlandığı kız, mahalle arkadaşları, yazar Süleyman, köyün imamı vs- sadece oldukları planda vardı; geri dönüşler olmamıştı. Uzun uzun yürüyüşlerle tanıttığı köy manzaraları cezbedici olsa da özellikle imam sahnesinde hem yürüyüp hem de konuşmaları, hem de ağır mevzulardan konuşmaları beni baya yordu. Teknik anlamda 'Ben mi yanlış görüyorum acaba?' dedirtecek kadar plan atlamalarında ışık patlamaları fark ettim. Bir de jump-cut'ların (sıçramalı kurgular) seyirciyi zorladığını düşünmüştüm; hatta Sinan ruh hastası mı çıkacak gibi soru işaretlerine yöneltti beni. Lakin final sahnesi, tüm bu soru işaretlerini giderdi. Kesinlikle çok etkilendiğim bir final oldu. Belki de ruh hastası dediğim Sinan, sadece hayat yorgunuydu.
Hayallerine giden yolda vicdanıyla hesaplaşması bir türlü bitmeyen Sinan'ın en büyük sınavı da babasıylaydı. Ata-erkil kültürden geldiğimiz bu topraklarda hangimiz babamızla imtihan edilmedik ki? Hz.Yunus'un o güzel sözüyle bitirelim öyleyse: “Soldurma gönül çiçeğini; sulamaya ibrik yok.” Birbirinizi anlamaya geç kalmayın.
09.06.2018
Kommentare