top of page
Ara

KİEV

  • Yağmur Çakan
  • 24 Ara 2018
  • 8 dakikada okunur

Karlar Kraliçesi Kiev!

Şehirlerin cinsiyeti olsaydı Kiev kesinlikle dışardan netametli duran ama içi şefkat dolu bir kadın olurdu. Aralıkın ortasında Kiev, eksi dokuz derece sıcaklık ortalamasına rağmen bizi oldukça ılımlı karşıladı. Kışın gelmenin en büyük avantajı her yerin karla kaplı olması; hele küresel ısınmadan mütevellit bizim gibi daha ılıman iklimlerde yavaş yavaş kar görmek bir mucizeye doğru ilerlerken; karla kaplı ağaçlar masalsı bir tat bırakıyor damağınızda.

Kiev bence küçük bir şehir; iki güne sığdırabileceğiniz bir şehir. Biz biraz da hava durumunu düşünerek daha yavaş gezmeyi planladık ve iyi ki de öyle yaptık. Kış aylarında gelirseniz çok yoğun yürüyüşler ya da uzun süreli planlar yapmayın. Ayaz anlamadan çarpıyor, insanın üstünde acayip bir yorgunluk bırakıyor.

Kış aylarında Kiev’de hava oldukça erken kararıyor; biz ilk gün bir tür ‘beyaz geceler sendromu’ yaşadık. Saat beşte akşam yemeğine oturduk ve sekiz gibi hissediyorduk. Plan yaparken zaman dilimini de dikkate alın.

Kiev’in göbeği Bağımsızlık Meydanı olarak da geçen Maidan Nezalezhnosti; gezilecek yerler buraya yürüme mesafesinde ya da metroyla bir iki duraklık mesafede; biz meydana yakın olan Best Kiev Apartments’da konakladık. Soğuktan kaçarken konumun yakın olmasının avantajını çok fazla yaşadık.

Meydanın iki tarafında boylu boyunca Kreşatik Caddesi uzanıyor. Cadde bizdeki İstiklal Caddesi’nin daha görkemli versiyonu; Stalin Sovyetleri’nin gücünü anımsatan geniş yollar ve heybetli binalar iki tarafta da dikkatinizi çekiyor. Cadde boyunca ve birçok yerde yaya geçidi yerine alt geçitleri kullanmak zorunda kalıyorsunuz;biz nasıl olsa geçecek bir yer buluruz diye boşuna dolandık, bulamıyorsunuz, alt geçitleri kullanın.

İlk durağımız Kiev’in en eski katedrallerinden bugün müzeye dönüşmüş olan Azize Sofya Katedrali oldu. Kiev’deki katedraller belki mimari olarak çok büyük değil ama çatılarındaki altın kaplamadan mı dış cephe boyasından mı çok zarif ve etkileyici durduklarını düşünüyorum. Katedralin içine girişteki ücretlendirme kafa karıştırıyor; giriş ve müze için bilet alın derim; biz çan kulesine de çıktık ama değer mi diye sorarsınız tartışılır. Fotoğraf çekebileceğimiz camlarda tel örgü vardı; o biraz olumsuz etkiledi.

Eski Slav dilinde ‘Kreşaniye’ vaftiz demekmiş. Prens Vldamir, 988 yılında Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini kabul eder ve tebaasıyla birlikte bugünkü Kreşatik Caddesi’nden Dinyeper Nehri’ne vaftiz olmaya yürür. Ortodoksluğun kabulüyle birlikte 1011 yılında da Azize Sofya Katedrali’ni inşa ettirir. Katedralin İstanbul Ortodokslarına ve Ayasofya’ya rakip olmak amacıyla yapıldığı söyleniyor. Nitekim tarih boyunca Kiev Patrikhanesi, İstanbul Rum Patrikhanesi’nden ayrılmaya çalışıyor.

Azize Sofya Katedrali 1990’da Unesco Dünya Mirası Listesi’ne giriyor. 2007’de de Ukrayna’nın yedi harikasından biri seçiliyor. Bugün Ortodoks mu yoksa Katoliklerin mi kullanımına açık olacağına karar verilememiş bina son olarak ‘Ukrayna Hristiyanlığı Kilisesi’ adını almış.

1051 yılında beri devam eden İstanbul’dan kopma çabaları nihayet son bulmuş; Kiev Patrikhanesi 11 Ekim 2018’te bağımsızlığını kazanmış. Aziz Volodymr Kilisesi bugün Ukrayna Ortodoks Kilisesi olarak geçiyor. İçeri giriş ücretsiz; dilek dilemek isterseniz mum alabilirsiniz. Biz ayin sırasında gittik; acayip kalabalıktı ve insanlar sizi ‘itiyorlar’. Daha kalabalık olmasına rağmen Vatikan’da böyle itiş kakış görmedim!

Kilisenin karşısında Botanik Bahçesi ve az ilerisinde Universtat Metro Durağı var. Yazın giderseniz botanik bahçesinde soluklanın derim. Kışın giderseniz de geri dönmeye üşenirseniz bu metro durağından Meydan’a dönebilirsiniz.

Azize Sofya’dan Aziz Volodymr’e yürürken yol üstünde bir tarihi eser daha var: Zoloti Vorota yani Altın Kapı. 1017-1024 arasında Kiev Prensliği’nin kurucusu Yaroslav Mudri tarafından yaptırılmış anıt kapıdan geriye ihtişamlı bir parçası kalmış. Etrafında fotoğraf çekip devam ettik.

Ulusal Opera Binası da bu bölgede yer alıyor. 1867 tarihli bina barok süslemeleriyle dikkat çekiyor. Tarihindeki dikkat çekici olaylarından biri de Çarlık Rusyası başbakanlarından Stolipin burda suikaste kurban gitmiş. İçerisi sadece dekorasyon için bile görülmeye değer!

2 numaralı metroya yaptığımız aktarmayla ‘Kontraktova plosha’ istasyonunda iniyoruz. ‘Kontraktova square’ çıkışını takip ettiğinizde karşınıza ilk olarak Ukrayna’nın ünlü çikolatacısı Roschen çıkıyor. Biz eşe dosta ve tabi kendimize çikolata alışverişimizi burdan yaptık. Fiyatlar süpermarketlere göre kendi mağazalarında daha hesaplı; burdan alışveriş yapabilirsiniz. Biz ilk gördüğümüzde sadece burada dükkanları var sanıp aceleyle burdan aldık fakat Meydan'da ve Arsenalna çevresinde de çikolata dükkanları var; buralardan da alabilirsiniz.

Ulusal Çernobil Müzesi

‘Ulusal Çernobil Müzesi’ ; 'Kontraktova plosha' metro durağına 5 dakika mesafede; eğer günübirlik Çernobil ve Pripyat gezisine katılmayacaksanız bu müzeyi muhakkak görün. Müze tasarım açısından da başarılı; fotoğraf ve görsel ağırlıklı bir müze. Yine de Kril alfabesini bilsek daha çok şey anlardık dediğim çok yer oldu. Girişte sesli rehber var; ama giriş ücreti 24 grivna rehber 60 grivna, biz tercih etmedik.

26 Nisan 1986’da 4 numaralı reaktörde meydana gelen patlama, dünyanın en büyük nükleer felakati olarak kayıtlara geçecekti. Sovyetler Hükümeti bunu basit bir yangın farz edip üstünü örtmeye niyetliydi; fakat üç gün sonra Norveç’teki anormal hava kirliliği dikkati çekince dünya gündeminde ses buldu. Yangının söndürme çalışmaları 8 Mayıs’ta sonuç verdi. Geçen süre içinde radyoaktif bulutların nasıl yayıldığı interaktif olarak anlatılıyor.

Çernobil’de çalışanlar ve aileleri 2 km uzaklıktaki Pripyat kasabasında yaşıyorlardı. Yangının ertesinde birkaç gün içinde döneceklermiş gibi evlerini boşaltmaları istendi; bugün bu bölge hala yerleşime kapalı ve giriş çıkışlar radyoaktivite doz kontrolüyle yapılıyor.

Çernobil’in sonrası, şüphesiz en çok çocukları ve hatta o gün henüz doğmamışları etkiledi. Dünya kamuoyunda Çernobil çocuklarına yapılan yardımların nasıl yer aldığı; Hiroşima’daki kader ortakları fotoğraflarla anlatılıyor. Ve Fukuşima’daki reaktör kazasında, dünya Çernobil’den ne kadar ders almış onu görüyorsunuz.

Müzenin içinde bir de Olesya Geraschenko’nun “Malevych-Prypyat” sergi çalışması bulunuyor. Sanatçı, 2017 senesinde hayalet kent Pripyat’ta çekilen fotoğrafları; soyut geometriciliği benimseyerek süprematizm akımını geliştiren Kazimir Maleviç’in desenleriyle harmanlayarak ortaya multidisipliner bir iş çıkarıyor.

Müzede çok fazla ‘ağaç’ dekoru var. Felaketin parçaladığı aileleri mi temsil ediyor; yoksa felaketin yol açtığı köklü zararları mı karar veremesem de ikisinin temsili için de doğru bir imge olduğunu düşünüyorum. Merdivenlerden çıkınca hemen karşınızda adeta radyoaktif bir kilise duruyor. İçindeki sunakta adak niyetine konulmuş oyuncak bebek imgelerini ve yarı karanlık aydınlatmasını çok başarılı buldum. Her adımda tüylerinizi diken diken etmeyi başarıyor.

Müze Podil bölgesine yakın; burdan kırmızı tramvaylara binip nostaljik bir tur atabilirsiniz. Bizim şansımıza burda Noel pazarları vardı ve oldukça şıkır şıkır bir hal almıştı.

2. Gün

Soğuk havadan dolayı kendimizi çok yormadan bugün sadece Aziz Michael Altın Kubbeli Katedrali ve Aziz Andrews Kilisesi’ni gezdik.

Aziz Sofya ve Aziz Michael birbirine yürüme mesafesinde; vaktiniz kısıtlıysa aynı gün içinde de gezebilirsiniz.

Aziz Michael Katedrali, içlerinde en sevdiğim ve en çok etkilendiğim oldu. Gerek dış cephesi gerek içindeki altın varaklı anlatımlar çok zarif ve aynı zamanda çok heybetliydi. İçeri girip bir mum yakın; hem ısınırsınız hem de huzur dolarsınız.

Aziz Andrew Kilisesi aynı zamanda müze sayıldığı için bahçesine girmek ücretliydi. Üstelik içi tadilatta olduğu için kapalı; sadece bahçesinden dolaşabileceksiniz! Çok saçma geldi gerçekten; dışardan fotoğrafını çekip geri döndük. Ortodokslar katedral konusunda oldukça zevkli bir mimariye sahip; bir kez daha tescillenmiş oldu!

3.Gün

Bugünkü rotamız biraz daha uzakta; tarihi anlam açısından ortak noktaları olmasa da birbirlerine yakın oldukları için aynı güne sığdırdık ve bu iki durak bir tam gününüzü alıyor, programınızı ona göre yapın derim.

İlk durağımız Pechersk Lavra; yani Mağaralar Manastırı. Arsenalna metro istasyonundan çıktıktan sonra yaklaşık 15 dakika yürümeniz gerekiyor. Eğer yürümek istemezseniz 38numaralı troleybüse de binebilirsiniz.

Manastıra geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: Arsenalna durağı, dünyanın en derin metro istasyonu! Dinyeper Nehri'nin altına yapıldığı için tam 105,5 metre derinlikte! 1960 yılında açılan metronun Soğuk Savaş döneminde yapıldığını da göze alırsak sığınak amacıyla bu kadar derine yapıldığı komplo teorileri gittikçe kuvvetleniyor!

Pechersk Lavra'nın bir çok girişi var; biz navigasyonun en yakın gösterdiğinden girdik, ama nerden başladığınız çok fark etmiyor. Aslında Ukraynalılar da turisti 'kazıklamak' konusunda bizden aşağı kalır değiller! Sonuçta burası ibadet yeri olduğu için yerli halktan para almıyorlar; sizin turist kokunuzu da yüz metre öteden alıp içerde dolaşırken bile biletinizi sorabiliyorlar.

Prens Vladmir'in yaklaşık olarak 988'de Ortodoksluk mezhebini kabul etmesiyle bölgede ilk kiliseler yapılmaya başlıyor. Mağaralar Manastırı'nın ilk kuruluş yılı 1051 olarak kayıtlara geçiyor. Tıpkı Hristiyanlığın ilk zamanlarında olduğu gibi,yaklaşık 4. yüzyılda Roma İmparatorlu'ğunun baskısından kaçan bir çok Hristiyan'ın Kapadokya'daki peri bacalarından mağaralara sığınması gibi, bu manastırın mağaralar şeklinde yapılmasının sebebi de yine saklanmakmış.

Bugün bu mağaralar hala var; Ortodokslar burda ibadet edip çile doldurarak hacılık mertebesine erişiyor. Mağaraların bir kısmı turistlere de açık; içerde sadece mum ışığı ile yürüyorsunuz. Burda yaşamış ve ölmüş birçok rahibin mumya halindeki bedenleri hala mağaralarda duruyor.

Mağaralar Manastırı'nın çan kulesine çıkın; biz hakkımızı Azize sofya'da kullandık ama eminim buranın manzarası daha güzel; çünkü Dinyeper Nehri'nin kıyısında yer alıyor.

Manastır kompleksinin içinde manastır tarihinin müzesi ve bir de mikrominyatür müzesi bulunuyor. Biz girmedik; ilginizi çekerse aklınızda bulunsun.

Pechersk Lavra'yı ardımızda bırakarak yaklaşık 102 metre yükseklikteki 'Anavatan Heykeli'ni takip etmeye başlıyoruz. 15 dakikalık bir yürüyüş sonrası Sovyetlerin, II.Dünya Savaşı'ndaki Nazi'lere karşı kazandıkları zaferin temsilcisi bu görkemli heykele varıyoruz. Heykelin hemen altı, Ukrayna'nın II.Dünya Savaşı Tarihi Müzesi; bu müzeyi de muhakkak ziyaret etmenizi öneririm.

Hitler'in en önemli amaçlarından biri de Moskova'yı ele geçirmekti; bu nedenle kuzeye doğru ilerleyi-şinden hiç ödün vermedi. Stalin ise Moskova'yı kaybetmemek için Kiev'i gözden çıkarmıştı. 1941 yılında Nazi orduları Kiev'e geldiklerinde şehirde karargah olarak kullanılabilecek bütün öenmli binalar patlayıcılarla donatılmıştı. Azize Sofya Katedrali araya giren dini önderlerin baskılarıyla patlatılmaktan son anda kurtarılsa da Kiev'deki önemli birçok bina o tarihte patlatıldı.

Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası'yla sadece Kiev'de değil Kırım'dan Leningrad'a kadar çok uzun bir hat boyunca çarpıştı. Leningrad yaklaşık 3 yıl kuşatma altında kaldı; savaşın bitiminde kahraman kent ünvanını alacaktı.

Müze; II.Dünya Savaşı'nın başlangıcında iki ülkenin karşılıklı ne durumda olduğunu anlatarak başlıyor. Savaş sırasında Ukrayna'daki yerel halkın hayatını anlatıyor. Naziler Moskova'ya doğru ilerledikçe açılan cepheler ve yapılan savaşlar adım adım anlatılıyor. Müzede ağırlıklı olarak savaştan kalan fotoğraflar, silahlar ve kişisel eşyalar yer alsa da geniş panellerin ortasında uçak gibi, paraşüt gibi daha etkileyici ve dikkat çekici yerleştirmeler de bulunuyor.

Çernobil Müzesi'nde de dikkatimi çekmişti; Ukraynalılar müze tasarımda tavanı oldukça etkili kullanıyor, tavandan bir şeyler sallandırmayı çok seviyorlar ve bunu iyi de yapıyorlar.

Müzenin ve dahası II.Dünya Savaşı tarihinin en çok etkilendiğim kısmı yine toplama kampları hakkındaki bölüm oldu. Hitler'e göre Slavlar da 'düşük ırk' kategorisine giriyordu ve ele geçirilen topraklardaki halk, toplama kamplarına gönderiliyordu. Bu kamplardaki çocuk kelepçeleri; insan derisinden yapılma bir eldiven ve insan kemiklerini öğüten bir makine olanca gerçekliğiyle yaşananların sadece kabustan ibaret olmadığını bir kez daha hatırlatıyordu!

Müze, II.Dünya Savaşı'nın ardından Ukrayna'nın nasıl toparlandığını da anlatan bir bölümle devam ediyor. Müzeye veda ederken uzun bir fotoğraf koridorundan geçiyorsunuz. O zamanlara tanık olmuş insanlara karşı nedense kendinizi sorumlu hissediyorsunuz; 'biraz daha insanca, biraz daha insanlık' için ödenmiş bu bedellere karşı naçiz bir teşekkürü, tefekkürü sağlam bir dua gibi dudaklarınızda mırıldanıyorsunuz...

Kiev’de Ne Yedik?

Normalde yediğimi içtiğimi yazmayı sevmem; ama burdaki restaurantlarda fiyatlar genel olarak hesaplı olsa da uçuk sürprizlerle karşılaşmanız da mümkün.

Ev sahibimizin tavsiyesi ve otele yakınlığı nedeniyle ilk akşam Francais Restaurant’ı denedik. Etli ve kırmızı şarap soslu makarna söyledik. Tadını çok beğenmeme rağmen porsiyon küçüktü ve fiyatlar şehir ortalamasına göre yüksekti. Fransız kafesi tarzında olduğu için yerelden uzak olduğundan belki de daha pahalıdır.

Kiev’de ana cadde Kreşatik üzerinde çok fazla Türk restaurantı var; ben bir şey denemeyeyim derseniz de tanıdık tatlar konusunda seçenek çok fazla.

Bağımsızlık Meydanı’na beş dakika mesafede Chicken Kyiv restauranttan oldukça memnun kaldık. Ukrayna’nın tavuğunu ve borş çorbasını burda denedik. Lezzetten de hizmetten de memnun ayrıldık. Hesap da uygundu.

Kiev’de irili ufaklı tatlışlı çok fazla kafe var. Özellikle soğuktan kaçıp kafelere sığındık; karla kaplı olduğundan parklarda hiç oturamadık.

Otelimizin olduğu sokakta- Baş Melek Mikail Heykeli’nin yanına geçip yukarı baktığınızda çıkan sokakta- kendi halinde bir kafe keşfettik. ‘Art e Clair’ kafenin ismi; ekler benzeri ama daha hafif ve tarçınlı çok güzel bir tatlıları var, onu denemenizi öneririm.

Kiev’de Starbucks yok, onun yerine Aroma Kava diye bir marka var. Birçok yerde görürsünüz; kahveleri ucuz ve lezzetli, düşünmeden tercih edebilirsiniz.

Arsenalna civarında; Perchesk Lavra ertesinde çok acıktık ve bir şeyler yemeden II.Dünya Savaşı Müzesi'ne geçmek istemedik. Sanırım iki yer arasında-büfeleri saymazsak- tek bir kafe vardı “Kynon” kafede oturduk.Mekan güzel ve yemekler lezizdi; fakat birçok yerde olduğu gibi turist olduğumuz için ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördük. Garsonlar arasında, belki de İngilizce bilmedikleri içindir, bizi görmezden gelenler oldu. Hatta tatlı siparişi vermek de bu yüzden vazgeçtik. Belki de böylesi daha iyi oldu.

Akşam dönüşte tatlımızı meydana yakın “Very Well Cafe”de yedik. Burası baya popülermiş; içeri girince anladık. Kalabalık bir grupsanız rezervasyonsuz almayabilirler; biz iki kişiydik, sorun yaşamadık. Burda 'Napolyon Kek'ini muhakkak ama muhakkak deneyin. Biz kapanışı bununla yaptık; ama daha önce denemiş olmayı isterdik. Oldukça büyük bir dilim geliyor; bir kek iki kişiye de yetebilir. Tatlı sevdalısıysanız rahatlıkla bitirebilirsiniz.

25.12.2018

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commenti


You Might Also Like:
bottom of page