top of page
Ara

SİBEL

  • Yağmur Çakan
  • 7 Mar 2019
  • 2 dakikada okunur

“Aradığım kurt benmişim.”

Doğayı kendi parçası yapabilen filmleri kıskanıyorum. Reha Erdem'in Koca Dünya'sını izlediğimde çocukluğumun İğneada'sını benden önce böylesine güzel manzaralarla filmine taşıdığı için hem 'benim memleketim' diye gururlanmış hem de 'benden önce çekmiş' diye kıskanmıştım. Sibel de açılış sekansından itibaren baştan ayağa bir Karadeniz filmi olduğunu hissettiriyor; bunu ne de güzel yapıyor! Yönetmen koltuğunda Çağla Zencirci ve Guilloume Giovanetti oturuyor; bir Türk ve bir Fransız ; ama Sibel melez bir film değil, buram buram Anadolu kokuyor. Evrensele hitap edebilmek için önce güçlü yerel motifler dokumalıyız. Türkiye'de geçen bir filmde Amerikan sinemasının geleneklerine öykünmek yerine kendi değerlerimizi ön plana çıkarmalıyız.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde Sibel'i izledim. Sosyal medyada, popüler markaların indi-rim sloganlarında her yerde 'kadın' sözcüğü geçerken Sibel'i izlemeyi seçmem belki biraz da bilinç dışı bir yönlendirmeydi. Kendim de film çekmek niyetinde olan biri olarak Türk ve kadın yönetmen lerin işlerini özellikle takip ediyorum. 'Kadınım; derdim kadın, kadın filmleri yapmak en doğal hakkım.' diye bir slogan ürettim kendi kendime. Karadeniz'in sert coğrafyası gibi kadınları da serttir, diridir; ellerinden her iş gelir. Belki de eve, erkeklerden daha çok para getirmelerine rağmen yine alışılagelen eril egemenlikle hala erkeklerin söylediklerine boyun eğmeleri filmin en temel çatışmasıydı bence. Film boyunca kadınları ya çay toplarken ya tarlada çalışırken görüyoruz; erkekler ise kadraja girdikleri nadir anlarda yaptıkları tek bir aktivite var: kahvehanede oturmak.

Sibel sadece bir kadın filmi değil; 'farklı bir kadın'ın filmi. Konuşamadığı için, iletişim kuramadığı için toplumun dışına itilen ve sevilmeyen bir kadının filmi. Çocukken geçirdiği bir hastalık nedeniyle sesi çıkmayan Sibel, yaşadığı Kuşköy'ün eski bir geleneği olan ıslık diliyle iletişim kurabiliyor. Köydekiler Sibel'i anlasa da kendi çemberinin dışına çıktığında Sibel yalnız kalıyor; dahası köydekiler de Sibel'i kendi çemberlerinden atmaya çalışıyor.

Sibel'i anlayan tek kişi çemberin dışına itilmiş Narin; yalnız yaşayan bu yaşlı kadının ihtiyaçlarını Sibel karşılıyor. Avlanmayı çok seven ve iyi tüfek kullanan Sibel, ormanda yaşadığı söylenen kurdu yakalayıp öldürerek kendini köylülere kanıtlamak istiyor. Kurdun peşinde koştuğu bir gün, ormanda karşısına Ali çıkıyor ve Sibel'in dönüşümü başlıyor. Erkan Kolçak Köstendil'in oynadığı Ali karakteri hem kostüm hem de oyunculuk olarak abartılı bir 'kurt' benzerliği sergiliyor. Bu yönetme-nin tercihi olabilir; ama metafor fazla kör göze parmak olmuş sanki, zaten anlardı seyirci demekten kendimi alamıyorum. Ali'nin kim olduğu muğlak kalıyor; kendini asker kaçağı olarak tanıtsa da jandarma tarafından terörist olarak aranıyor. Ali ise 'Sadece kendim için savaşmak istiyorum.' diyerek karakterini adeta apolitik bir çizgide tutmayı başarıyor.

Damla Sönmez'in oyunculuğu başından sonuna kadar harika olsa da bence sinematografik anlamda da zirve noktası ormanın içindeki alacakaranlıkta bağırarak ağladığında sesinin çıkmadığı sahne olmuş. Yönetmen, karakterin zaafını çok güzel kullanmış; konuşamıyor olması filmdeki diyalogları ekonomik kılmış ve derdini görüntüyle anlatmanın imkanını arttırmış. Ana kadro oyunculuklar iyi olsa da köy halkı ve özellikle de köylü kadınların oyunculukları fazla 'tip' düzeyinde kalmış.

Ben filmin sonunu çok sevdim. Sibel, nihayet farklılığını, inatçılığıyla harmanlayarak mükemmel bir 'iksir'e dönüştürüyor ve önce kendi kız kardeşinden başlayarak köydeki tüm kadınlar için değişim fişeğini yakıyor. Belki kendi canı çok yanıyor; Ali'den çok babası yakıyor canını belki ama Sibel öğreniyor ve köyün kadınlarına da başını dik tutmayı öğretiyor!

07.03.2018

Comments


You Might Also Like:
bottom of page