16. İSTANBUL BİENALİ : YEDİNCİ KITA 14 EYLÜL – 10 KASIM 2019
- Yağmur Çakan
- 14 Eki 2019
- 5 dakikada okunur
Eylül geldi; şehre sanat geldi!
İKSV yürütücülüğünde gerçekleşen İstanbul Bienali şüphesiz ki şehrin en önemli modern sanat etkinliği. Bu sene küratörlüğünü Nicolas Bourriaud 'nun üstlendiği bienalin çıkış noktası, günü-müzün en önemli sorunlarından biri: çevre kirliliği. Zaten bu hızla gidersek çevre kirliliği sadece 'günümüzün' sorunu olarak kalacak; çünkü bir geleceğimiz olmayacak!
Pasifik Okyanusu'nda her geçen gün büyüyen bir plastik yığını var. Bu yığın o kadar devasa boyut-lara ulaşmış ki coğrafyacılar artık ona bir isim vermeyi uygun bulmuşlar: Yedinci Kıta. Nat Geo fotoğraflarından aşina olduğumuz plastik yutarak boğulan hayvan fotoğraflarını hatırlarsınız. Belki distopik bir yakın gelecekte, 'Yedinci Kıta' bizi bile içine alacak; artık plastik yutarak boğulan insan fotoğraflarına aşina olacağız.
İnsan; ne muhteşem ve ne bencil! İçinde yaşadığımız çağda insanın dünyayı değiştirme hızı, jeolojik etkilerden daha fazlaymış. Bu yüzden bu çağa 'Antroposen' adı verilmiş. Bienalde yer alan çalışmalar insanın dünya üzerinde yarattığı tahribatı hem sanat hem de antropoloji açısından odağına alıyor. Kültür ve doğa, kentsel ve kırsal arasındaki sınırların yok olup birbirine karıştığını anlatıyor.
Bienalin üç ana mekanı; Tersane İstanbul, Pera Müzesi ve Büyükada. İstanbul'da yaşamaya başladı-ğım 2010 yılından itibaren takip ettiğim İstanbul Bienali'nde Büyükada'daki yerleştirmeleri hep çok sevdim. Belki de ada havasının 'doğuştan sanatçı' ruhuyla ilgilidir bu durum. Fakat bu sene Büyükada'daki işler beni tatmin etmedi; yine de ada havası almak iyi geldi. Vaktiniz bolsa uğrayın derim.
Karaköy'de inşaatı devam eden Tersane İstanbul'un binalarından biri bienal için erken açılmış. Çok da güzel olmuş. Özetlemek gerekirse Pera Müzesi'nde dişime dokunur çalışma bulamadım; ama Tersane İstanbul ayağı baya dolu dolu geçti. Pera Müzesi'ni 1.5 saatte çok rahat gezersiniz; Tersane İstanbul için en az 4 saat ayırmanızı öneririm. Eserler ve katlar arası yürüme mesafesi var; İstanbul'un kalabalığını kaldırabilen geniş salonlara sahip olması çok güzel bir detay.
PERA MÜZESİ
Bienalde karşıma çıkan ilk eser Charles Avery'nin Ada'sı oldu. Üfleme camdan ve farklı malzeme-lerden yapılmş yılan balıkları pazarı dikkat çekiyordu.

Resim çalışmalarından birinde mutajenik bir varlık dikkatimi çekti; 'varlık' diyorum çünkü herhangi bir hayvana benzetemedim. Etrafını sarmış insanlar da onu anlamlandırmaya çalışır gibi bakıyorlardı. Doğaya en çok zarar veren tür insan olmasına rağmen en az etkilenen türün de insan olması çelişkisini düşündüm.

2006'da vefat eden İspanyol sanatçı Anzo'nun çalışmaları 'sosyal medya çılgınlığı'nı öngörmüş gibi. Gri renklerin hakim olduğu kasvetli tablolardan oluşan Tecrit serisinde; kasetçalar ya da radyo gibi yayın cihazlarından oluşan bir çembere sıkışmış bir adam görüyoruz. Instagram ya da Twitter hesaplarında daldan dala atlayarak 'Hangimiz kaybolmadık çılgınlar gibi?' demek geliyor içimden!

Sanam Khatibi'nin İran topraklarından izler taşıyan yeni halı çalışması benim için iki farklı tabloyu zihnimde eritti: Bosch'un Dünyevi Zevkler Bahçesi ve Manet'nin Kırda Kahvaltısı. Doğa içinde gördüğümüz nü figürleri farklı şiddet temsilleriyle seyircisini rahatsız ediyor.
TERSANE İSTANBUL
Bienalin yüzü suyu hürmetine erken açılan Tersane İstanbul'un bu yeni binası İstanbul'un modern sanat hayatında daha çok hareketlilikler yapacak, belli! Pera Müzesi'ni 1.5 saatte bitirince biz burasını da biraz hafife almışız. Nerdeyse 4 saate yakın içerde kaldık; hazırlıklı gidin.
Kişisel zevkim doğrultusunda 'yerleştirme' sanat eserlerinden daha çok hoşlanıyorum; hele bir de bu eserler içinde bulundukları mekanla özdeşleşmişse ve ona baktıkça bize nerde ne zamanda olduğu-muzu unutturuyorsa, değmeyin keyfime! Bienalin Tersane İstanbul ayağında bu tarzda hoşuma giden çok fazla çalışma vardı. Mekanın geniş salonlarını çok yerinde kullanmışlardı.

Yerleştirme eserlerden sonra video çalışmalarının fazlalığı dikkatimi çekti. Sadece belgesel formda olanlar değil içine kurmacayı hatta fantastiği ekleyenler favorimdi. İsmi ne kadar uzun ve zahmetli olsa da telaffuz etmem lazım: Korakrit Arunanondchai. Dünya siyasetine yön veren önemli anları, kendi aile bireylerinin yaşamlarından kesitlerle birleştirmiş. Video çalışmasında spiritüel bir anlatıcı kullanmayı tercih etmiş. Akan görüntünün üstüne konuşan bu yemyeşil anlatıcı verdiği egzotik havayla bana Tarkovski'nin Ayna'sını hatırlattı. Sanatçının bilinç akışından bu kareleri başka bir odada yağlı boya çalışmalar halinde de görmeniz mümkün.

Bence bienalin en 'minnoş' işi Simon Fujiwara'nın 'Dünya Çok Küçük' çalışması olmuş. Çöpte bulduğu lunapark artığı eğlence figürlerini gündelik hayatımızın mekanlarına ekleyen Fujiwara kendine has bir şehir oluşturmuş. Fantezi ve gerçeğin iç içe olduğu bu şehirde yine de, hayallerimizde bile kaçamadığımız bir gerçek var: kapitalizm!

Kapitalizmin sinsi gülüşünü en çok bu eserde hissettim. Filmini izledikten sonra ne kadar anti-faşist olduğunu bilsem de 'Joker Gülümsemesi' diyorum buna ben. Aynı zaman Foucault'un 'panoptikon' kavramını birebir yansıtan bir çalışma; büyük birader bizi izliyor!

Bienallerde 'şehre özgü' çalışmaları daha çok seviyorum. Max Hooper Schneider; İstanbul bienali için hem folklorik hem de bilim kurgu bir çalışma üretmiş. İstanbul'da bir kukla ustasından ders alan sanatçı Karagöz ve Hacivat'ı günümüze uyarlamış. Bence gölge oyunundan ziyade onu 'kimlerin' izlediği ön plana çıkmış. Bu gösterinin seyircisi yeni dünyanın hakim ırkı neomorfik karpuzlar! Bu karpuzların salondaki hakimiyeti gezegende insan türünün gittikçe kaybolup insan dışı türlerin yükselişe geçeceğine bir işaret adeta!

İnsan türüne dahil olup yine de, dünyanın hala bir çok yerinde yok saydığımız bir alt tür var: kadınlar, kadınlarımız... Turiya Magadlela hem cinsiyet hem de ırk ayrımcılığına dikkat çekmek için bizleri külotlu çoraplardan örülü mağarasına davet ediyor. Her renkten çorabın bulunduğu mağara,bienal boyunca büyümeye devam edecekmiş. Sanatçı eserin içinde bulunan dikiş makinesiyle çalışmasını büyütürken kadın emeğini de göz önüne çıkarmayı amaçlıyor.
Suzanne Husky bienale folklorik desenler içeren bir halı çalışması ve odağına yazar ve aktivist Starhawk'ı aldığı bir video çalışmasıyla katılmış. 'Yeryüzü Döngüsü Transı' isimli bu video çalışmasında;feminist neopaganizm ve ekofeminizm teorisyeni Starhawk, anlattığı hikaye ve temposuyla gerçek bir transa sürüklüyor.

Tabandan tavana; bir oda dolusu sanat... Eva Kot'atkova'nın çalışması önce büyüklüğüyle sonra da ismiyle hayran bırakıyor kendine: Empatiyi Yeniden Kurma Makinesi. Belki bütün dertlerimizin ilk çözüm noktası budur: birbirimizi daha çok anlamak. Farklı kumaş parçalarının birbirine diken bu makine kaostan bütünlük yaratmayı başarıyor. Kumaşlarla beraber hikayeleri de birbirine dikiyor; söz hakkı olmayanların da sesini duymamızı istiyor.
Marguerite Humeau'nun heykel çalışması Courbet'nin Venüs'üne ait Vecd Anları serisinde psikoaktif maddelerle karşılamış bir grup kadına şahit oluyoruz. Karanlık bir odada tek parça bulunan heykelin küçüklüğüne rağmen odayı dolduran kadın çığlıkları insanın psikolojisini çok yoruyor.

Radcliffe Bailey bienal için ürettiği eserinde Avrupalıların köleleştirmek için Batı'ya taşıdıkları Afrikalıların bullunduğu bir gemi inşa etmiş. Bu gemiye yolculuğu sırasında farklı ses kompozisyonları eşlik ediyor; pozitif ayrımcılık sayabileceğimiz Afrika ırkıyla özdeşleşmiş caz müzikler bu eserin en keyifli noktasıydı bence.

Tersane İstanbul'un bitiş noktasında Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin'in ortak çalışması bulunuyor. Resim,tül,perde,heykel gibi birçok farklı malzemeden meydana gelen eserde ziyaretçilerin kaynaşacağı bir mekan yaratmak amaçlanmış. Bu şenlikli alan günün yorgunluğunu adım adım üstünüzden alıyor... Rüyalarınızı serbest bırakmaya davet ediyor.
BÜYÜKADA

2015 yılında 'Tuzlu Su' temalı İstanbul Bienali'nde gönlüme taht kuran Büyükada yerleştirmelerinde bu sene aradığımı bulamadım. Adrian Villar Rojas'ın Troçki'nin adadaki evine yerleştirdiği heykelleri hala en güzel yerinde hafızamın... Bu sene Büyükada'daki çalışmalar video ağırlıklıydı.
Adım adım Büyükada...
Vapur iskelesinden iner inmez meydanda Andrea Zittel'in çalışması var. 'Mekana sahip olunabilir mi?' sorusundan yola çıkan sanatçı içine bir kişinin sığabileceği hücre bloklarından oluşan bir heykel tasarlamış. Keşke hücreler yatay değil de dikey olsaydı ve aralarında dolaşabilseydik diye düşündüm. Hücreler arası sıkışma hissi bana Berlin'deki Yahudi Soykırımı Anıtı'nı hatırlattı. Ne yazık ki sanat eseri hak ettiği değeri bulamıyor; hatta bence sanat eseri olduğu bile anlaşılmıyor. Üzerine oturan insanlar dahası içine atılmış çöpler bile vardı.

Yukarı doğru yürüdüğümüzde ikinci durak Anadolu Kulübü.Burada okyanus araştırmalarında tutulan günlüklerle ilgili bir video çalışması vardı. Bienal sayesinde yeni mekanlar keşfetmeyi seviyorum. Anadolu Kulübü de onlardan biri oldu. Bahçesi çok huzurlu; oturup dinlenmek gerekiyor.

Çankaya Caddesi'ne doğru yürüdüğünüzde karşılıklı iki mekanda daha eserler var. Hacopulo Köşkü'ndeki heykeller adadaki en sevdiğim çalışma oldu. Monster Chetwynd'in melez yaratık heykelleri dikkat çekici ama aynı zamanda ucuz malzemelerden üretilmiş. Korkutucu ama estetik bir yanları var. Köşkteki kalabalığın çoğu fotoğraf çektirmek için gelmişti; bazen 'Keşke bienal ücretli olsa' diye düşünmüyor değilim.
Mizzi Köşkü'nde Glenn Ligon'un video ve neon çalışmaları ön plandaydı. ABD'li yazar ve eylemci James Baldwin'in İstanbul'daki yıllarında Sedat Pakay'ın çektiği 'Başka Bir Yerden' video çalışması ilgimi çekti.


Mekanla bütünleştiğini hissettiğim, tüyleri diken diken eden son çalışma; dik yokuşlardan kan ter ulaştığım Taş Mektep'teki Hale Tenger'in Suret,Zuhur,Tezahür işi oldu. Mekanın bahçesine yerleştirilmiş obsidyen taşlar ayna görevi yaparak içe dönmeyi sağlıyor. Sanatçının şiiri de gezintinize eşlik ediyor: 'Yapmadan olabilir misin?' Terk edilmiş bahçede sahipsiz eğrelti otları arasında dolaşırken kendi yüzünüze rastladıkça tüyleriniz diken diken oluyor.
14.10.2019
Comments